|
|
|
Doğunun en huzurlu dönemi |
Artık her türden bayram tebriki için cep telefonu kullanılıyor ya... Dün gelen mesajlardan biri de araştırma şirketi sahibi, siyasi danışman Erhan Göksel’e aitti ve şöyle diyordu: “ Tarih bilmeyenin, ‘tarih bilinci’, tarih bilinci olmayanın ‘ siyasal bilinci ‘ olmayacağını hatırlatması umuduyla Cumhuriyetimizin 84’üncü yılı kutlu olsun. “
Bu tür özlü sözleri ben de severim. Arada sırada kullanırım. Ama şunu da itiraf edeyim ki özellikle yakın tarihimiz hakkında okudukça, benim zihnim berraklaşmadı, tersine fena halde karıştı.
***
Dün ‘cumhuriyet’ten sonra en çok işittiğimiz söz ‘birlik ve beraberlik’ti. Sokakta bayrak sallayan gençten, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e dek herkes birlik ve beraberliğin öneminden söz ediyordu.
Ama mesela ana muhalefet partisi CHP, 29 Ekim vesilesiyle Çankaya Köşkü’nde düzenlenen resepsiyona katılmamıştı. Niye? Efendim, Cumhurbaşkanını protesto ediyoruz.”
Dün bu haber duyulduğunda bazı internet siteleri maytap geçti: “Kevin Costner var, CHP yok! “
Cumhuriyet tarihinin önemli bir bölümüne aktif olarak katkıda bulunmuş bir partinin, tam da böyle anlamlı bir günde ve bu şartlar altında, resepsiyona katılmaması nasıl bir tarih bilgisinin, tarih bilincinin ve de siyasal bilincin sonucudur? Biri bunu bana anlatsın.
***
Aslına bakılırsa “tarih bilinci” biraz muğlak bir kavramdır. Aynı tarihi okuyanlar farklı yorumlarda bulunabilir.
“Tarih bilgisi” ise ondan çok daha nettir, kesindir, nesneldir. Neticede bir olayın meydana gelip gelmemesine dayanır.
Yine dün medyada sık sık boy gösteren sözlerden biri Atatürk fotoğrafının altına yazılan “Onu çok arıyoruz” kalıbıydı.
Sanırım şöyle bir mantık yürütülüyor: “Eğer Atatürk sağ olsaydı, PKK gibi bir belâ başımıza gelmezdi.”
Haklı olabilir tabii bunu iddia edenler. Ancak burada defalarca yazdığım gibi, 1923 ile 1938 yılları arasında irili ufaklı 16 Kürt isyanı oldu bu ülkede.
Biraz tarih okudunuz mu, işte zihniniz böyle karışıyor. Atatürk gibi bir büyük liderin olduğu dönemde dahi ülkenin doğu ve güneydoğu bölgelerinde ciddi bir huzursuzluk varmış.
Yani “bu açıdan” baktığımızda hiç de aranacak ya da özlenecek bir dönem değil o 15 yıl.
Dönemin ‘İktisat Vekili’ Celal Bayar’ın hazırladığı ve özetle “Bu iş sadece güç kullanarak çözülmez, başka (ekonomik, sosyal, vs) tedbirler almalıyız” dediği “Şark Raporu” kaç tarihini taşıyor biliyor musunuz: 1936!
Bayar’ın önerdiği tedavi şeklinin bir benzerini geçenlerde Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ’un ağzından da işittik.
Vaziyete bakar mısınız:
71 yıl sonra aynı konuyu tartışıyoruz.
Benzeri sorunlarla karşılaşan devletler bir çözüm üretmiş. 83 yıldır kavga ediyor, en azından 70 yıldır da tartışıp duruyoruz.
Hani bilim bize yol gösterecekti?
Bu arada hatırlatayım... İster “Kürt sorunu” deyin, ister “Doğu sorunu”... Ne ad verirseniz verin; şurası kesin: O bölgelerin en huzurlu, en sakin dönemi ne zaman biliyor musunuz?
Sıkı durun: Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanı, Adnan Menderes’in ise Başbakan olduğu 1950-1960 arası.
Ancak kimse bu türden bir tarih bilgisine ilgi göstermiyor. Siz hiç, şu Kürt sorunu gündeme geldiğinde, “Bayar’ı ve Menderes’i arıyoruz” denildiğini işittiniz mi?
“Bu adamlar ne yaptılar da, daha önce isyan üstüne isyan patlatan bu etnik grubu teskin ettiler, sırları neydi “ diye soran ve cevap arayan var mı?
Ben görmedim.
Sabah, 30 Ekim 2007
|
Emre AKÖZ
31.10.2007
|
|
|
Duygu kaybı |
Sekiz asker PKK’nın elinde rehine… Anlamı ne bunun?
Basının, Genelkurmay’ın ve hükümet sözcülerinin açıklamalarına bakılırsa, “esir askerler”in anlamı sadece “askeri”…
Esir düşmek “güç kırıcı” olduğu oranda, esirleri göz ardı etmek bu çağda bile “güç politikasının doğal bir refleksi” haline gelebiliyor.
Vahim zira, bu konuda askeri kurum ile siyasetçi ve basın arasındaki hiçbir bakış farklılığı yok…
Bu 8 asker, bizler için “askeri haber bülteni”nin ya da ülkenin “askeri seferberliği”nin “sıradan bir unsuru”ndan öte anlam ifade etmiyor.
Bu 8 asker psikolojik harekât ve propaganda savaşının mermileri haline gelmiş durumda...
Uzun süre onlara “esir düştüler, rehin alındılar” bile diyemedik.
Şimdi ise onlardan “söz etmemek üzerine sözleştik”…
Onları bir tür feda ettik…
Böyle bir durum ABD’nin, İngiltere’nin, Fransa’nın başına geldiğinde bu ülkeler insana çağrı yaparak, vatandaş hayatına değerler üstü değer biçerek tüm dünyayı ayağa kaldırırlar… Ellerindeki tüm imkânları seferber eder, en azından açıklama ve tavır düzeyinde askeri ve siyasi gerekleri ikinci plana iter ya da itmek zorunda kalırlar…
Türkiye ise sessiz…
Hükümet, ordu, basın bu askerler adeta kaçırılmamış, rehine alınmamış gibi davranıyor…
Ne bu gençlerin hayatlarını kurtarmak için bir çaba var, ne de böyle bir çabanın gerekliliğini dile getiren…
Belki de bu askerleri geri almak bir ölçüde ve bir şekilde PKK’yla temas anlamına gelince, onları ölmeden toprağa gömmek sıradan bir iş haline gelebiliyor.
Kâğıt üzerinde rehineyi görüşmelerle geri almak için atılacak adım, geri adımdır çünkü… En azından baskın, üstün ve boyun eğdirmek üzere olan bir siyasi görüntünün, siyasi bir tavrın yanına, bunları esnetecek bir şeyler eklemektir…
Zihniyetimiz buna müsaade etmiyor…
Neden?
Şehitlerine böylesine sahip çıkıp ağlayan bir ülkenin rehindeki askerlerini bu denli göz ardı etmesi nedendir?
Bir toplumsal düzende aşkın ve kutsal değerler kadar fazla olursa, sıradan insanlara verilen değer o kadar az oluyor. Asker, kutsanmış ordu karşısında eziliyor, birey ise aşkın bir devlet ve otorite karşısında…
İnsanı değil, “kült”ü mihenk taşı alıyor bu zihniyet ve bu sistem...
İnsanlara değil, sadece şehitlere ağlıyor…
Bir dönemler Nadire Mater’in hazırladığı, Güneydoğu’da savaşmış askerlerle yapılan söyleşi kitabını bile yasaklamıştı, bu anlayış. O kitap askerlerin de insan olduklarını söylediği, askerlerin duygularını, korkularını, öfkelerini, ruhi hallerini dile getirdiği, asker de ağlar dediği için yazarı ve yayıncısı mahkeme önüne çıkarılmıştı…
Ordular duyguları dahi denetler ve militerleştirirler…
Bu onların çalışma koşulu ve ortamıdır.
Ama bu durum ordu dışına sirayet eder, basını, yazarı, toplumu kuşatırsa, duyguların devletleşmesi yaygın bir hale dönüşür, örneğin “Özkökgiller”in vesilesiyle ve talep haline gelirse, o zaman iş farklı bir hale gelir…
Toplum militerleşir…
Militerleşmenin ilk belirtisi “duygu kaybı”dır…
İkinci belirti ise “ahlak kaybı”dır…
İnsani duygudan, insanlık onurundan bizi uzaklaştıracak her bahane, her gerekçe, her açıklama ahlaktan biraz çalar…
Bugün unuttuğumuz, unutmayı denediğimiz insanımızdır…
Hiçbir şey bize insanı unutturmamalı… Unutamayınca biz ancak o zaman insan oluruz…
Unutmayın: Askerler de ağlar…
Yeni Şafak, 30 Ekim 2007
|
Ali BAYRAMOĞLU
31.10.2007
|
|
|
Kutlama mesajları |
Aradan 84 yıl geçtiğine göre, bir o kadar da “kutlama” mesajı yayımlandı. Her yıl aynı sözler tekrarlanamayacağına göre, o yılın gündemi ile Cumhuriyet’in anlam ve değeri arasında kurulacak ilişkiler yeni şeyler söylemeye fırsat veriyor.
“Resmî” bayramları kanıksanan bir alışkanlıktan, yayımlanan bayram mesajlarını da protokol mecburiyetinden uzaklaştıracak olan farklılık işte bu gündemler olmalı.
Cumhurbaşkanı’nın, Meclis Başkanı’nın, Başbakan’ın ve diğer siyasî parti temsilcilerinin bayram mesajları doğal olarak “terör” odaklı. Terör lanetleniyor, teröre kurban verdiğimiz şehitlere sahip çıkılıyor ve ufkumuza kararlı bir şekilde Cumhuriyet’in “ulus-devlet”inin birlik ve beraberlik vizyonu konuyor. Alt alta koyduğumuz zaman Cumhurbaşkanı’ndan anamuhalefet liderine kadar yayımlanan kutlama mesajları, neredeyse karbon kâğıdından çıkmış gibi birbirine benziyor. “Kenetlenme”, “kardeşlik”, “birlik ve beraberlik”, etnik ayrışmayı kabul etmeyen millet anlayışı” gibi vurgularla “birlikte yaşama iradesi” en geniş ortak payda olarak tekrarlanıyor.
Genelkurmay Başkanlığı’nın yayımladığı bayram mesajı her zaman olduğu gibi biraz farklı. Laikliğe, cumhuriyete yönelik tehdit ve tehlikeler—bu tehlikelerin ne olduğuna, tehditlerin nereden geldiğine dair bir açıklama olmaksızın—tekrarlanıyor. Sadece bölücü tehditten bahsederken yakın zamanda yaşadığımız acılardan söz ediliyor. Genelkurmay Başkanımız yaşadığımız acılara karşı bu sefer “acı yaşatmak”tan söz ediyor: “Unutulmasın ki, bu Cumhuriyet’i kuranlar bizden çok daha büyük acılar çekmiştir. Bize bu acıları yaşatanlara, o acıları hayal bile edemeyecekleri bir yoğunlukta yaşatacağız ve bu konuda kararlıyız.”
Bu sözlerde bir yanlışlık var. Devlet birilerine “acı yaşatmak” için değil hiç kimseye “acı yaşatmamak” için vardır. Devlet şayet acı yaşatırsa devlet olmaktan çıkar. Devletin görevi kendisini de var eden hukuku uygulamaktır. Terörün can evimizi yaktığı bugünlerde bile hatırlamalıyız. Devlet intikam almaz. Devlet kendisine karşı ayaklanan teröristi bile “canını yakmadan” etkisiz hale getirir, cezasını keser. Çünkü gönlüne ayrılık düşen ve eline silahı alan bir teröristin bile adaletine sığınabileceği bir devlet ortada yoksa o devletin bölünmesi, yani ayrılık kaçınılmaz hale gelir. Devleti yaşatan intikam değil, hukuktur. Devlet katındaki intikam duyguları, bölücü terörden daha fazla ayrışmanın sebebi olabilir.
Uzun bir devlet birikimine ve aklına sahip olmak budur. Eğer devletinizin çatısı altında insanlar güven ve barış buluyorsa, o devlet zor parçalanır. İç ve dış güvenliğinizi temin eden güçlerinizin görevi bu hukuk çerçevesinde hareket etmektir. Kuzey Irak’ta cezaevleri lebalep dolu. Bir yıldır savcı karşısına çıkartılmamış tutuklular var. Sınırın öbür tarafında bir aşiret devleti, keyfiliğine destekler arıyor. Bu tarafta ise hata yapanları, suç işleyenleri ve bize acı çektirenleri bile “acı çekmek” yerine “ceza çekmek” beklemeli.
Türkiye’nin sorunu “ayrılıkçı terör” ise, bu terörün beslendiği ayrılıkçı eğilimlerin dengelenmesi ve ortadan kaldırılması gerekir. Bunu yapmak için kardeşliğin, bir millet olarak bir arada yaşamanın cazibesi arttırılmalı. 72 milyonu eşit ve onurlu bir millet haline getirecek bir ruha katkıda bulunmalı. Ama her şeyden önce duyguların, öfkelerin önünde sağlam bir kale gibi duran akıllı ve güçlü bir devletin hukuku var olmalı.
Genelkurmay Başkanı’nın sözlerinin içinde hukuk ve devlet olmayı hatırlatan vurgular da var: Evet, “Cumhuriyet’i kuranlar” bizden daha çok acı çektiler. Ama kendilerine acı çektirenlere onlar acı çektirme sevdasına kapılmadılar. Cumhuriyet’le birlikte devlet aklı ve tecrübesi yeni çareler, yeni ilişkiler üretti.
Akan kan bizim kanımız ve acımız gerçekten büyük. Bu acıyı dindirmek için birlikte yaşayacağımız geleceği düşünmeli ve bir millet haline gelmek için büyük çabalar harcayan Cumhuriyet’in kurucularını hatırlamalıyız. Devlet gerektiğinde yok eder, suçluya ceza keser, düzen verir ve adaleti tevzi eder; ama acı çektirmez. Devletin icra ettiği hükümden kimine barış ve huzur, kimine de acı düşer. Ama devlet acı çektirmek saikıyla hareket etmez. En önemlisi terörle mücadele “acı çektirme”ye odaklanırsa, sonuç alamaz.
Zaman, 30 Ekim 2007
|
Mümtaz’er TÜRKÖNE
31.10.2007
|
|
|
Hamaset |
Cumhuriyet bayramında gazeteler “öngörülen hamaset” tadında çıktılar.
Elbette bol bol bayrak, Atatürk, kalpaklı dedeler, maraton koşusu, şirin kız çocukları, Behçet Kemal manzumeleri falan... Köşe yazarları arasında bu yıl Çankaya’ya çağırılmadığı için ağlayanlara da rastlandı. Rahmetli babasından İstiklal Madalyası bile varmış, onu niçin es geçiyorlarmış?
Yaşadığımız şu günlerde, içinde bulunduğumuz şu sıkıntıda, kimseden “eleştirel” bir tavır da beklemiyorduk. O bir çap meselesiydi... Soğukkanlılık da basının boyunu aşardı.
Velhasıl, kuş kuşluğunu, kış kışlığını, basın da basınlığını ederken, bazı arkadaşların niçin “hayatları boyunca muhalefete ve de hüsrana mahkûm” olduklarını bir kere daha düşündüm.
Yok, muhalefet “prim yaptığı”, para kazandırdığı için değil. İktidarlara köpeklikte çok daha iyi para vardır.
Ya birtakım şeyleri görmedikleri, göremedikleri, böyle bir yetenekleri bulunmadığı için, ya da “bile bile lades” oynadıkları, kafaları çalıştığı halde böylesi hem daha kolaylarına geldiği, hem de müşterilerinden çekindikleri için...
Bir refikimiz, iktidar sahiplerine, “ihtiyaçları olan en önemli şeyleri Atatürk’ün Nutuk’unda bulabileceklerini” söylemiş.
Okurlarsa, çocuklarına da okuturlarmış.
Bir okusalar, cin çarpmışa dönecekler, şıp diye vazgeçecekler yaptıkları bütün “kaka” şeylerden, Bağdat’tan girip Basra’dan da çıkacağız.
Nutuk’tan her akşam iki sayfa koparıp ılık suda ıslattıktan ve tülbentte süzdürdükten sonra aç karnına içilirse, saçkırana, ayak parmakları arasında çıkan mayasıla, ayrıca bayanların muayyen zamanlarındaki sancılarına da iyi geliyor belki de...
Bu bönlük, bazı bürokratların Nutuk’u “bir tür kutsal kitap” olarak görme tutkularıyla örtüşüyor.
Üstüne bir de “Türkçe ezan” sosu dökersen, seçim kazanamazsın ama ortalıkta rahat gezersin. Başına dert almazsın.
İktidar sahipleri, Atatürk’ün kurtuluş savaşını nasıl yönettiğini, muhalefeti de nasıl susturduğunu, üstelik son derece taraflı bir şekilde kendi parti grubuna anlattığı metni bir okusalar, yabancı sermayeyi de hemen kovacaklar, ekonomi de güzel güzel çökecek.
Bir başka refikimiz, “cumhuriyetin betondan ayaklarından birinin demokrasi olduğunu” söylüyor.
Sonra da, hemen ertesi cümlede kendi kendini yalanlayıp ekliyor: Evet, ilk yıllarda demokrasi bugünkü ölçüleriyle yokmuş...
Hangi ölçülerde vardı be kardeşlik? Parti kapatma, basına sansür falan, “makul ölçülerde” demokrasi mi sayılıyordu o zamanlar?
“1925-1945 arasında hiç yoktu” deseler hem rahatlayacaklar, hem de onlara saygı duyacağız. (Bugün duymuyoruz.)
Aynı patronun bir başka gazetesinde yazan bir başka refik, hiç olmazsa “Recep Peker haklıydı, demokrasiye geçmekle hata ettik” diyebilecek kadar dürüst.
Çünkü ben faşistin bile zeki, çevik ve ahlaklısını severim.
Bir başka refik, iki hafta sonra Dolmabahçe’ye gidecek, Atatürk’ün yatağını görecek...
Yattığı yere gitmek masraf çıkardığı için (çocuk okutuyor) hiç olmazsa öldüğü yere gidiyor her sene...
Fetişizmin sonu, ayna karşısında kendini okşamaya kadar varır, Allah korusun... Yaşını başını almış adama yakışmaz.
Ah be kardeşler, eğitim de şart, akıl fikir de...
Hani işsiz mişsiz kalırsanız ekmek aslanın ağzında, artık sınavla alacaklar ha, bu şekilde çakarsınız.
Akşam, 30 Ekim 2007
|
Engin ARDIÇ
31.10.2007
|
|
|
Cellatlar ve doktorlar... |
Bir meselenin birçok çözümü vardır.
Bir hastayı öldürebilirsiniz… Bu, bir çözümdür. Hastalık ortadan kalkar… Hasta da ortadan kalkar.
Bir hastayı iyileştirebilirsiniz… Bu da bir çözümdür… Hastalık ortadan kalkar… Hasta da iyileşir.
Birinci çözümü gerçekleştirene cellat…
İkincisini gerçekleştirene doktor derler.
Herkes, kendine, meşrebine, ruhuna, aklına, zekasına, çıkarına göre çözümler önerir.
Cellat için çözüm, hastanın ortadan kalkmasıdır.
Doktor için çözüm, hastalığın ortadan kalkmasıdır.
Siyasi sorunlarda da değişik çözümler vardır.
Orada da cellatların ve doktorların çözüm önerilerine rastlarsınız.
Eğer ülkenizde Kürt sorunu varsa, cellatlar için çözüm, Kürtleri bombalayarak, vurarak, öldürerek ortadan kaldırmaktır.
Sorunu ortadan kaldırırlar ama Kürtlerle birlikte Türkiye’yi de öldürürler.
Hasta, hastalıkla birlikte yok olur.
Doktorlar ise hastalığı yaratan nedeni ortadan kaldıran tedaviler uygularlar.
Bunun için de önce hastalığın kaynağını “teşhis” ederler.
Bugün, güneyimizde kurulan bir Kürt devletini jetlerle bombalayarak, açıkça söylenmese de, bu Kürt devletini yok ederek Türkiye’nin Kürt sorununu çözmek isteyenler var elbette.
Bütün bir toplumu kendileri gibi cellatlaştırmak istiyorlar.
Büyük bir Kürt düşmanlığı yayıyorlar.
PKK’nın o kanlı ve anlamsız saldırılarını “çözümleri”nin doğruluğuna kanıt olarak gösteriyorlar.
Unuttukları basit bir ayrıntı var yalnızca.
Daha önce o Kürt devleti orada yoktu.
PKK bile yoktu.
Ama Kürt sorunu durduğu yerde duruyordu.
Bombalama, öldürme, cezalandırma, idam, işkence… Hepsi denendi.
Sorun hiç kaybolmadı.
Bugün de bombalarla, jetlerle, savaşlarla sorun ortadan kalkmaz.
Sorun PKK değil çünkü, sorun Barzani de değil.
Hiç söylemek istemiyoruz, söyleyene de kızıyoruz ama sorun biziz.
Bizim düşünce biçimimiz. (...)
Bana sorarsanız, buranın sorunu “efendiler” sorunudur.
Kendilerini kimseyle eşit kabul etmeyen, herkesin kendilerine benzemesini, kendileri gibi düşünmesini isteyen, kendilerine benzemeyen herkesten kuşkulanıp herkesi cezalandıran “efendiler.”
“Hastalıktan” nefret eden, hastalığı tedavi edecek bir bilgiye ve bilince sahip olmayan ve hastayı öldürmek isteyen efendiler.
“Bombalayalım, asalım, öldürelim” diyen cellat yöntemi.
Bir de “doktorların” yöntemi var elbette.
“Kimse efendi olmasın, herkes eşit olsun” diyen bir yöntem.
Hastayı öldürmeden hastalığı ortadan kaldıracak yöntem belki de budur.
Bunu hiç denemedik.
Çünkü “cellatlarımız”, “doktorları” da öldürmek istiyorlar.
Çoğunlukla öldürüyorlar da.
Ama hastalık orta yerde duruyor.
Cellatlar, bir hastalığı tedavi edemezler.
Onlar hastayı öldürürler.
Ve, bazen öldürmeye çalıştıkları” hastanın” kendileri olduğunu fark etmeden harekete geçerler.
Bu da intihar olur.
Bir cellada sorarsanız, “bunun bile iyi bir yöntem olabileceğini” söyler size.
Ama doktorlar buna karşı çıkar.
Çünkü onlar cellatları bile kurtarmak ister.
Onun için “durun” diyoruz zaten, “artık öldürmeyi değil yaşatmayı konuşun.”
Bu kadar ölüm yeter…
Kendi boynunuzu da kesecek baltayı indirmeden bir düşünün.
Bir yöntem daha var çünkü…
Tedavi yöntemi.
Bunun için de “teşhis” gerekiyor.
Ve, cellatlar teşhis koyamıyor.
Balta bilemekten teşhis koymaya vakitleri yok çünkü
gazetem.net, 30 Ekim 2007
|
Ahmet ALTAN
31.10.2007
|
|
|
|