Genelkurmay’ın ikinci e-bildirisine önceki gece yarısı tanık olduk. Bu durum daha önce örneği görülmemiş bir sürecin içinden geçtiğimizi gösteriyor.
27 Nisan gece yarısı bildirisinde Genelkurmay, cumhurbaşkanı seçiminin laiklik konusuna odaklandığını ve laiklik tehlikeye düşerse askerin buna seyirci kalmaması konusunda yasal zemini olduğunu söylüyordu. Bildiri, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı adaylığının oylandığı ve CHP tarafından mahkemeye taşındığı gün yapılmıştı ve hedef belliydi. Anayasa Mahkemesi kararı oylamayı iptal edince, Başbakan Tayyip Erdoğan misilleme olarak cumhurbaşkanını halkın seçmesi ve 367 oylama sınırının 184’e çekilmesi konusunda Anayasa değişikliği önerisinde bulundu.
Tam o aşamada, 4 Mayıs’ta İstanbul, Dolmabahçe’de Başbakan Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt ile 2 saat 15 dakika olarak açıklanan bir görüşme yaptı.
Tıpkı 2 Haziran’da CHP lideri Deniz Baykal’ın Süleyman Demirel ile yaptığı 1 saatlik görüşme gibi, bu görüşme hakkında da pek az şey biliyoruz.
Yalnız gözlemlerimiz var. Örneğin bu görüşme ardından ne Büyükanıt, ne de askeri bir yetkili cumhurbaşkanlığı seçimi, Anayasa değişikliği, laiklik gibi konularda açıklama yaptı. Buna karşın Erdoğan, örneğin Müsteşarı Ömer Dinçer’i (milletvekili adaylığı gibi gururunu kırmayacak şekilde) görevden aldı. Örneğin, 22 Temmuz seçimini kazandığı takdirde Milli Eğitim Bakanı’nın artık Hüseyin Çelik olmayacağını ilan etti.
Cumhurbaşkanının kim olacağı kritik konudaysa ibre hâlâ Abdullah Gül’ün adaylığı üzerinde duruyor.
Ama bu arada Genelkurmay hükümet üzerinde cumhurbaşkanlığı ve laiklik değil, bir başka konuda, kendisini doğrudan ilgilendiren PKK ile mücadele konusunda baskı uygulamaya başladı. Orgeneral Büyükanıt’ın daha 12 Nisan’daki basın toplantısında dile getirdiği ‘Sınır ötesi harekât yararlı olur’ görüşü, birbiri ardına patlayan PKK bombalarının yurt çapında can almaya başlamasıyla yurtdışında da geniş yankı buldu.
Türkiye’nin bu sıcak ortamda nasıl seçime gideceği sorulmaya başlamışken de 7 Haziran gece yarısı bildirisi geldi.
Genelkurmay’ın bu bildiride, halkı kitlesel tepki göstermeye çalışması zaten dünden itibaren yaygın tartışılmaya başlandı. Ancak işin Irak ve ABD ile ilişkileri boyutu ve bu boyutun seçim süreciyle ilgisi üzerinde de durulmalı.
Irak şu anda en kırılgan durumunda. ABD’nin Bağdat’ta güvenliği sağlamak üzerine kurulu yeni stratejisi, ülenin diğer kesimlerinde, örneğin daha önce pek gurur duyulan kuzeydeki Kürt bölgesinde de işlerin yoldan çıkmasına neden oldu. Sünniler, eski Baasçılar ve laik Şiilerden oluşan bir ulusal kurtuluş cehpesinden söz edilmeye başladı.
Türkiye’nin Irak’ta topyekûn ve derinlemesine bir askeri harekâta kalkışması, bu koşullarda Irak bataklığına saplanması anlamına gelir. Öte yandan sınırın ötesinde bir güvenlik kuşağı oluşturma çabası, hem Irak’taki durum, hem de seçim döneminde PKK’nın yol açtığı hasar göz önüne alındığında anlaşılabilir.
Eski Rus Başbakanı ve istihbarat başkanı Yevgeni Primakov’un dün yazdığı ‘Irak: ABD manevraya mı başlıyor?’ makalesinde Türkiye’nin bu yöndeki çabasını durdurmaya ABD’nin engel olamayabileceği, bu durumda Kürtlerin de ABD açısından güvenilmez olabileceği sorgulanıyor. Aynı makalede Türk-İran işbirliğine de dikkat çekiliyor. Tam da bu sırada Barzani ve Talabani’nin PKK’ya karşı savaşmayacakları açıklaması yangına körükle gitme etkisi yapıyor.
Yani, dünyanın gözünün çevrildiği noktalardan biri PKK saldırıları sayesinde Türk-Irak sınırı oldu.
Hükümet, askere Irak’ta operasyon yetkisi verdiği takdirde, hem Irak’ta içinden çıkılması zor bir soruna batma ihtimalinin olduğunu, hem de ABD ile karşı karşıya geleceğini düşünüyor.
Bu arada yurtiçinde patlayan bombaların, artan PKK faaliyetinin tek nedeninin Irak’taki PKK varlığı olmadığı bilindiği halde, kimse o tarafa bakmıyor.
Askerin hükümetten durmadan Irak’a giriş için siyasi yetki istemesinin en çok çağrıştırdığı şey ise güvensizlik. Bu güvensizlik duygusuyla asker hükümeti arkasında hissetmediği yargısını halkla paylaşmak için, adeta ondan destek istiyor. Tıpkı siyasi plandaki cumhuriyet-demokrasi tartışması gibi, bu tartışmanın da kutuplaşmayı artırma ihtimali yüksek.
Bu kutuplaşma hem Türkiye, hem de bölge için giderek daha tehlikeli olmaya başladı.
Radikal, 9.6.2007
|