Osmanlı bir cihan devletiydi. Hem üç kıt’aya yayılışı, hem de buralarda bıraktığı izlerle bunu ispatlıyor. Bugün ise, bu izlere rastlamak pek mümkün değil... Size daha önce Mısır’dan Suriye’ye kadar Osmanlının Ortadoğu’da hüküm sürdüğü topraklardan izlenimlerimizi aktarmıştık. Şimdi de Osmanlı’nın her daim yüzünün dönük olduğu Batıdan izlenimlerimizi aktaracağız. Sizin için Osmanlı’nın Balkanlar dediğimiz Doğu Avrupa topraklarında hüküm sürdüğü dönemlerden bugüne kalan esintileri gazetenin sütunlarına taşımak niyetindeyiz. Ortadoğu’dan nisbeten güzel hatıralar aktarmıştık, Balkanlarda ise, Osmanlı ruhu adına daha çok unutulmuşluk, yitirilmişlik ve kaybedilmişlik hisleri bulacaksınız. Zira gül devirleri, lale devirleri çoktan bitmiş oralarda, eski topraklarda kara kışlar yaşanmış, şimdi bu kara kışta kaybedilen çiçekler, yeni bir bahara durmanın hasretiyle yanıp tutuşuyor. Demir perdelerin uzun yıllar örttüğü Balkanlardan bahsediyoruz. Kaybedilmiş topraklardan bahsediyoruz...
Bir yandan da oralarda Mevlânâ’nın izlerini de aradık durduk. Zira gittiğimiz yerler, aynı zamanda bir zamanlar Mevlevîhanelerin içinde zikir eden dervişlerin yaşadığı yerlerdi. Belki de onların her Mevlevîhane üzerine bıraktığı sikkeler, aynı zamanda Osmanlı’nın da nişanıydı. Şimdi bu manzaralar yerini harap ellere bırakmış.
Bu tabiî ki işin bir yönü, bir başka yönü ise, Batıda gördüğümüz şehirlerin mamurluğu idi. Tıpkı Ziya Paşa gibi biz de: “Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşaneler gördüm. Dolaştım mülk-ü İslâm’ı, bütün viraneler gördüm” mısralarını tekrar ettik, bu şehirleri gezerken. Zirâ İslâm beldelerinde müşahede ettiğimiz yıkık hal, Avrupa’ya gelince birden değişiveriyor. Belli başlı ülkelerde, yani gelişmişlik seviyesi yüksek olanlarda mamur beldeler gözleri kamaştırıyor. Her şeyde madalyonun iki yüzü olduğu gibi, bu konuda da mamuriyete bedel, ahlâkî ve manevî haraplık hali de gözlerimizden kaçmadı tabiî ki. Avrupa’nın doğusunda yaşanan maddî yükselişe karşılık, manevî olarak büyük bir alçalış yaşanıyor zirâ. Hele ki komünizmin kara kışından ve demir silindirinden nasibini alan halklarda, bu daha da aşikâr olarak ortaya çıkıyor.
Biraz gecikmiş de olsa Balkanlardan esen “bu seferliğe mahsus ılık rüzgârları” tam da üşüdüğümüz bu günlerde sizinle paylaşmak istiyorum. Geçen aylarda İstanbul’dan Edirne Kapıkule sınır kapısına gelerek başladı, 1 ay sürecek seyahatimiz. Henüz Ortadoğu’da edindiğimiz manevî dinamiklerin etkisi altındayken, tam da Osmanlı’nın yaptığı gibi Balkanlara sefere çıkmak üzereydik. Edirne’den ötesinde bizi neyin beklediğini merak eder bir durumdaydık. Sınır, gurbetçi vatandaşlarımızın evlerine dönüş zamanı olduğundan biraz kalabalıktı. Ancak sınırlarda Ortadoğu’da yaşadığımız eziyeti düşününce, bir kaç saat beklemeler bizim için rutine dönüşmüştü zaten. “Yeter ki geçelim” havasında idik artık... Nitekim bir kaç saatte sıra bize gelmiş ve önce Türk sınırından, sonra da “komşi”lerin sınırından, ilk durağımız olan Bulgaristan’a geçmiş olduk. Bulgaristan’da gideceğimiz ilk yer Kapıkule’ye 158 km uzaklıkta olan Plovdiv, yani Filibe’ydi. Bu “yanileri” çok sık duyacaksınız, çünkü Balkanlardaki bir çok Osmanlı şehrinin ismi, artık bizim eskiden kullandığımız haliyle değil de, yeni isimleriyle anılıyorlar. Bu bile Balkanlarda Osmanlı izlerinin gün geçtikçe silinmeye yüz tuttuğunun bir göstergesiydi aslında. Biz bu yazıda, bu şehirlerin eski isimlerini de zikredeceğiz, ancak yeni ve şu anda kullanılan isimleriyle anmak herhalde daha gerçekçi olacaktır. Zira artık Filibe, Plovdiv olarak biliniyor. Bunu sınırdan hemen sonra yol sormak için yanına durduğumuz bayan polisin bize verdiği cevaplardan çok iyi anlamış olduk. Zira birkaç defa “Filibe ne tarafta” diye İngilizce sorduğumuz sorulara cevap vermeyen polis, Plovdiv nerede diye sorduğumuzda ise, hemencecik cevap verdi. Anlamadığı için mi, yoksa kasten mi yaptı bilmiyoruz, ancak bu durum bize şehirlerin yeni isimlerini kullanmamız gerektiğini gösteren bir vak’a oldu.
PLOVDİV
Plovdiv’e gelmemizin sebebi burada Mevlevîhane bulunmasıydı. Sınırda işlerimiz uzadığından, gece saat 02.30’da varabildiğimiz Plovdiv’de bize konsolosluğumuzun önerdiği otelde sabahladık. Gerek Plovdiv yolu, gerekse Plovdiv henüz bizim Edirne’mizden farklı bir görüntü arz etmiyordu. Zira daha sınıra 200 km uzaklıkta bile değildik. Konuşulan dil ve insanlar haricinde pek bir değişiklik yoktu. Sabah ilk iş Mevlevîhaneyi bulduk. Plovdiv’in “eski şehir” denilen kısmında bulunan Mevlevîhane, şu anda içkili bir restoran olarak işletiliyor. Bu acı durumun benzeri, yine Plovdiv’in merkezinde yer alan bir caminin başına gelmiş. Caminin minaresi yıkılarak içkili bir İtalyan restoranı haline getirilmiş. Konsolosluk bu cami için çok uğraş vermiş, ancak sahibi elinde tapu bulundurduğu ve çok yüksek miktarda para istediği için bir şey yapılamamış. Mevlevîhane’nin restoran olarak kullanılması ise, nisbeten yapının günümüze kadar sağlam getirilmesinde öncü bir rol oynadığı için, fazla bir şey diyemiyoruz. Zira restoranın sahibi yapıyı olduğu gibi muhafaza etmiş, güzelce restore ettirmiş ve de içine Mevlevî figürleri bile yaptırmış. Restoranın adı da zaten Mevlevîhane… Ayrıca alt kısmını da bir nev’î Mevlevî müzesi haline getirmiş. Bu durumu görünce, biraz da olsun içimiz rahatladı. Mevlevîhanenin bulunduğu muhit oldukça tarihî ve iyi korunmuş bir yer. Bir çok Osmanlı konağına bu muhitte rastlamak mümkün. Hepsi güzelce restore edilmiş, üzerlerine de anıtlar kurulu tarafından tabelalar ile yapım yılları yazılmış. Ayrıca konak sahiplerinin isimleri de bu tabelalarda yer alıyor. Bu konaklardan hiç birinde ise, Osmanlıya dair bir ibareye rastlanamıyor. Bunların bilinçli bir şekilde yok edildiğine şahit oluyoruz. Tabiî bu toprakların bir komünist dönemden geçtiğini hatırlıyoruz her seferinde.
Plovdiv, Bulgaristan’ın güney kesiminde, yukarı Trakya Ovası’nda ve Meriç Nehri’nin iki tarafında yer alıyor. Nüfusu yaklaşık 350 bin olan bu yerleşim birimi, Sofya’dan sonra Bulgaristan’ın en büyük şehri durumunda. 1999 yılında Avrupa Kültür Başşehri ilân edilen bu şehrin geçmişi oldukça eskilere dayanıyor. İlk olarak M.Ö. 6000-4500 yılları arasında kurulduğuna dair rivayetler var. Bu şehirde Irak, Roma, Bizans, Osmanlı ve Bulgarların geçmişine ait eserlere rastlamak hâlâ mümkün. M.Ö. 342 yılında Makedon kralı II. Filip yöreyi alınca, eski bir iskân yeri olan bu yerleşimin çevresini sağlam kale duvarlarıyla çevirip, ismini de ‘Filip’in şehri’ anlamında ‘Philippopolis’ koymuştur. Şehir, 1361 yılında Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa tarafından fethedilince, adı “Filibe” olarak anılır olmuş. 1878’deki Osmanlı-Rus savaşından ve Bulgaristan’ın bağımsızlığından sonra da ‘Plovdiv’ olarak değiştirilmiş şehrin adı. Osmanlı döneminde inşa ettirilen çok sayıda cami, medrese, han, hamam ve kervansaray gibi yapılardan sadece birkaçı gelebilmiş günümüze. Bunlardan birisi halkın “Ulu Cami” veya “Cumaya Camii” dediği Hüdavendigâr Camii. İlk olarak 1425 yılında Murad Hüdavendigâr’ın yaptırmış olduğu bu eser, bir deprem sonucu yıkılmış ve 1785’de I. Abdülhamid tarafından yeniden yaptırılmış. Şehrin diğer önemli bir yapısı, Beylerbeyi Gazi Şehabeddin Paşa’nın yaptırdığı cami, medrese, han, hamam ve mutfaktan oluşan külliye idi. Ancak, Şehabeddin Paşa’nın Filibe’de yalnızca “İmaret Cami” ayakta kalabilmiştir. Mimarî açıdan mutlaka gezilip görülmesi gereken Plovdiv’e, 1979 yılında UNESCO tarafından mimarlık altın madalyası verilmiş.
Plovdiv, büyük, ama sessiz bir şehir. Biz de iki gün geçirdikten sonra Bulgaristan’ın başşehri Sofya’ya doğru yol alıyoruz. Sofya’ya gitmeden evvel de önce Başkova manastırına sonra da Asengrad bölgesinde yer alan bir Türk köyüne Yukarı Baden’e gidiyoruz ve onlara Türkiye’den sevgiler iletiyoruz. Türk köylüleri çiftçilikle uğraşıyor. Yaşlıları Türkçe biliyor, fakat yeni nesil dillerini unutmakla yüz yüze. Köyün camiinde bir araya geldiğimiz insanlarla sohbet ettikten sonra, Sofya’ya olan yolculuğumuza devam ediyoruz.
—Devam Edecek—
|