Son günlerde yaşanan sıcak gelişmelerle birlikte hem AB ilişkilerinde önemli bir sınavdan geçiyor, hem de bu sınavın da etkisiyle iç politikamızda ortaya çıkan küçük siyasi hesaplara tanık oluyoruz.
Türkiye-AB ilişkilerinde gelinen noktadan ziyade, iç politika açısından yaşananlar daha önemli bir sorun teşkil ediyor. Zaten son beş yılın en kritik dönemine giren Türkiye, bu küçük hesaplar nedeniyle siyasi kaoslara daha da açık hale getirilmemeli. Türkiye-AB ilişkilerinde yaşananları, kimi kesimlerin kendi siyasi pozisyonuna göre değerlendirme yaklaşımının ve bundan yapay muhalefet üretilmesinin, AB’nin haksız kararının altında kalır yanı olmadığını düşünüyorum. Gerek ülkemizin gerekse KKTC’nin geleceği açısından son derece önemli olan bu sürece fikirlerle ve yeni açılımlarla katkıda bulunmak yerine; gereksiz tartışmalar yaratmayı, bunu küçük hesaplarla iç politika malzemesi yapmayı, siyasi anlamda etik ve yararlı bulmuyorum. Sürecin empati kurularak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Çünkü gelinen noktada, bütün iyi niyetimize rağmen, Türkiye’ye yapılan bir haksızlık gerçeği var. 8 başlıkta müzakerelerde ayak sürtme yaklaşımı, sonucu engellemekten ziyade, AB ülkelerinin ulusal duygularının okşanmasından başka bir şey değil. Nitekim, Kıbrıs meselesinin adil ve kalıcı bir çözüme kavuşturması için ülkemiz ve KKTC, uzun yıllardır diplomasi zemininde mücadele ediyor. Kimilerinin hafızalarından silinmiş olsa da, Nisan 2004’de yapılan referandumda çözüm çabaları açıkça ortaya çıkmıştı. Özellikle referandum sonrası AB yetkilerinin beyanlarının, en çok da Verhaugen’in “Rumlar tarafından aldatıldık” açıklamasının hatırlanmasında da yarar var.
Diğer taraftan, AB’nin kabul ettiği halde, henüz yerine getirmediği sözler de hatırlanmalı. AB, Annan Planı’nın Rum kesimince reddedilmesi üzerine, AB Konseyi’nde 26 Nisan 2004 tarihinde aldığı kararla Kuzey Kıbrıs’a yönelik ambargoların kaldırılması taahhüdünde bulunmuş olmasına rağmen bu taahhüdünü yerine getirmemiş, tabiri caizse yan çizmiştir. Oysa Türkiye, ek protokol taahhüdünü üstlenirken, KKTC’ye uygulanan izolasyonlara son verileceği düşüncesiyle hareket etmiştir. Ayrıca, ek protokolü imzalarken bu imzanın Güney Kıbrıs Rum yönetimini tanıma anlamına gelmediğine dair bir deklarasyon da yapmıştır. Kıbrıs meselesinin milli menfaatlerimizi koruyarak aşmaya yönelik bir yaklaşım benimsenmiştir. Tarihsel konumu gereği, taraf ülkelerle birlikte BM’nin ilgi ve sorumluluk alanında olan Kıbrıs meselesini AB’yi adeta esir almasını, Türkiye-AB ilişkilerinde kilit sorun haline getirilmesini, resmi bir kriter olmamasına rağmen rahatsız edici bir biçimde “siyasi yükümlülük” niteliğine büründürülmesini doğru bulmuyorum.
Alınan karar ve tavır, Türkiye-AB ilişkilerinin ulaştığı boyutla bağdaşmamıştır. Türkiye- AB ilişkilerinin açıklık, dürüstlük ve hakkaniyetle yürütülmesini bekliyoruz. Yaşadığımız güçlüklere duygusal tepkiler vermek yerine akıl ve kararlılıkla ilerlemeye devam etmeliyiz. Hakkımız teslim edilene kadar mücadele etmeli, bu süre içinde uyum çalışmalarımızı kesintisiz sürdürmeli, “müzakere eden ülke” statümüzü korumalı, tam üyelik perspektifinden vazgeçmemeliyiz. Çünkü ne yazık ki biliyoruz ki, gerek kendi içinde olsun gerek Türkiye dahil genişleme sürecindeki ülkelere karşı olsun, AB’nin “çözüm metodu” çoğu zaman “sevimsiz ve zorlayıcı” bir içerikte oluyor. Ancak AB, kendi içinde sorunlara nasıl duygusal değil, realist ve uzun vadeli düşünerek yaklaşıyorsa, biz de aynı kararlılığı ve cesareti göstermeliyiz. Uzun ve çetrefilli bir yolda ilerliyoruz. Önümüze başka barikatlar, çamurlu yokuşlar çıkacak. Bunları, yola “akıl ve kararlılıkla” devam ettiğimiz takdirde aşabiliriz.
Bugün, 18.12.2006
|