Her şeyden önce şu tespit: “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu”, hazırlık aşamasından birçok maddesinin Anayasa Mahkemesi tarafından iptaline kadar geçen süre içinde, hakkında en az laf edilen konulardan birisiydi. Medyasından siyasal partilerine kadar ülkenin toplumsal ve siyasal odaklarının “Kanun” karşısında takındıkları bu son derece kayıtsız tavır, her şeyden önce, bin bir çeşit “gevezelik”le vakit geçirmeyi tercih eden Türkiye’nin “çağdaş toplum”un hâlâ ne derece gerisinde olduğunun bir delilidir. Oysa bakın, “sosyal güvenlik” gibi bir bahis “çağdaş toplumlar”da yaşanan siyasal ve toplumsal mücadelenin en başta gelen savaş alanıdır. Hükümetler bu bahis çerçevesinde gelişen tepkilerle yıkılır ve kurulur... Siyasi partiler bu bahse ilişkin politikaları esas alınarak seçmenlerin önüne çıkar... Emeklilik yaşında 1 yıllık ya da emeklilik ve sağlık sigortası primlerinde 1 puanlık oynamalar, yani “sosyal politikalar”a ilişkin en ufak müdahaleler çok kısa sürede yüz binleri sokağa döker...
“Sosyal”in öne çıkmadığı bir “siyaset”in düşünülememesi, bu toplumların temel özelliklerinin başında gelir. Bu ülkelerde “sosyal”siz bir siyaset alıcı bulamaz; hele de “sosyal haklar” denilen “ikinci kuşak” hakların “sosyal devlet” çerçevesi içinde birer temel hak özelliği kazanmasından sonra...
Sonuç olarak şöyle: Bu devirde “sosyal”i merkeze almadan yürütülen her “siyasi mücadele” son kertede siyaseti yabancılaştırıcı bir rol üstlenmiştir.
Biliyorsunuz; “sosyal güvenlik” meselesi bizde çok uzun yıllar siyasi partilerin seçim mitinglerinin has konularından birisi olmanın ötesine geçememiştir. Ancak unutmayalım ki, kimin primleri ya da emeklilik yaşını daha aşağı çekeceği gibi teknik düzeydeki konuların partilerin elinde “gönül zenginliği” rekabetine sokularak ülkenin sosyal güvenlik sisteminin çökertilmesinde “hatipleri” dinleyen toplumun katkı payı da vardır. Uzun yıllar başta işçi sendikaları olmak üzere toplumsal merkezler sosyal güvenlik bütçesi söz konusu olduğunda “Değirmenin suyu nereden geliyor?” sorusunu sormamış ve sordurmamıştır.
Radikal’den Fatih Özatay (17 Aralık), Türkiye gibi genç nüfusa sahip bir ülkenin sosyal güvenlik sisteminin “yaşlı Avrupa”dan bin beter bir hale nasıl geldiğini “bir havuz problemi” olarak güzel özetlemiş. Sosyal Güvenlik havuzundaki suyu kurutan neden başta tabii ki erken emeklilik sistemidir. “Su” bitince Hazine’den alınan yardım, orada su bitince de “suyu olanlar”dan yüksek faizle taşınan su... Özatay’ın bu çerçevede yaptığı tespit şöyle: “... düzgün bir sosyal güvenlik sistemimiz olsaydı, bugün kamu borcu sorunumuz olmayacaktı!”
Özatay, Türkiye’nin sosyal güvenlik sistemini bu hale sokma “becerisi”ni de şöyle açıklıyor:
“...Türkiye literatüre geçecek bir ‘katkıya’ sahip. Nüfusu genç olup da çok büyük miktarda sosyal güvenlik açığı veren bir ülke! Bu kaynaklarını (mesela) yoksulluğu azaltmak için kullanabilecekken sistemin açıklarını finanse ediyor. Üstelik emekli maaşlarının düzeyi de kimseyi memnun etmiyor.”
Şimdi de gelelim “Şaşırtıcı karar”a:
Anayasa Mahkemesi, “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu”nun 23 maddesinin iptali için Cumhurbaşkanı ve CHP’nin ayrı ayrı yaptığı başvuruları karara bağladı. Mahkeme’nin kanunun birçok maddesini iptal eden ve iptal ettiği hükümlerin yürürlüğünü de 1 Ocak 2007 tarihinden geçerli olmak üzere durdurmasının pratik pek çok soruna yol açması bir yana, kararın kanunun sadece “memurlar”ı ilgilendiren maddelere ilişkin olarak alınması gerçekten şaşırtıcıdır. Oysa bildiğiniz gibi, söz konusu kanun çalışanları tek bir çatı altında toplamayı da amaçlıyordu.
Anayasa Mahkemesi’nden çıkan karar -gerekçeyi henüz bilmediğimizden- bu hali ile şu soruları haklı olarak akla getirmektedir: Kanun’un sadece “Memurlar”ı ilgilendiren maddelerinin iptali, yani “memurların kollanması” hangi gerekçe ile temellendirilmiştir? (Fatih Özatay’ın verdiği şu önemli bilgiyi hatırlamanın zamanıdır: “Emekli Sandığı’na bağlı çalışanlar (memurlar) SSK ve Bağkur kapsamında olanlara kıyasla çok daha az sayıdalar (yüzde 18’e yüzde 82). Oysa 2005’de Emekli Sandığı’na bütçeden aktarılan kaynak diğer iki kuruma aktarılan kaynak kadardı!”) Kanunu işçilere müstahak bulan ve dolayısıyla iptal başvurusunu memurlar üzerinden yapan CHP’nin bu “memur aşkı” sosyal demokrasinin hangi ilkesinden türetilmiştir? Ve de tabii ki şu temel soru:
Anayasa Mahkemesi’nin hükümetin hazırlayıp Meclis’ten geçirdiği bu kanuna karşı bu derece “sert çıkması”, ülkenin sosyal güvenlik sistemini canlandırmakla da yükümlü olan hükümetin elinin kolunun “yargıçlar hükümeti” tarafından sıkıca bağlanması demek değil midir?
Yeni Şafak, 18.12.2006
|