Anlamak niyetiyle bakanların, dinin siyasî yorumlarının değil birlikte yaşanan toplumsallığın dindarlıkta vücut bulduğunu fark etmeleri lâzım. Şerif Mardin’in “Bediüzzaman Said Nursi Olayı” başlıklı araştırması, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Nurculuğun, kırsal ve küçük kasaba orta sınıflarının temsil arayışına nasıl sembolik bir anlam kazandırdığını anlatır. Said-i Nursi karşımıza, çevreye yani taşraya canlılık kazandıran bir önder olarak çıkmaktadır. Cumhuriyet’in başlarında toplumun ana gövdesi, modernleşmenin ağır sancılarına biraz da Nurculuk gibi toplumsallığı kuvvetli akımlar sayesinde katlanabilmiştir.
(...)
Türkiye’nin Kürt Sorunu’nu hafifleten temel dinamiğin dindarlık olduğuna kim itiraz edebilir? Siyasal katta üretilen politikaların ayırdığı, düşman ettiği taraflar; bu cemaatlerin çatısı altında kardeşliklerini yeniden inşa etmektedir.
İnsan olarak var oluşumuzun anlam kazandığı ve insan olarak yüreğimizi yakan sorunlara çözümler getiren bir alandan, cemaat hayatından bahsediyoruz. Bu alanın meşruiyetine sınırlama getirmek gayrı insanî bir tutumdur. Alternatifini üretemediğiniz bu insanî ihtiyacı yasaklamak zulümdür. Üstelik bu alan, fark etmeyenlerin yokluğundan şikâyetçi olduğu sivil toplum alanıdır. Her şeyin çaresi olarak gördüğümüz sivil toplum, üzerine düşen sorumluluğu cemaatler şeklinde örgütlenerek yerine getirmektedir. “Dinî cemaatten sivil toplum olmaz” diyenlerin, Birleşmiş Milletler’in akredite ettiği STK’ların yarısına yakınının dinî organizasyon olduğundan haberleri yok. Türkiye’de cirit atan, özel üniversiteler gibi “çağdaş” kurumların işbirliği yaptığı yabancı STK’ların çoğunun kilise kuruluşu, hatta Hıristiyan tarikatların yan kuruluşları olması manidar değil mi?
Zaman, 17.10.2006
|