Üniversitenin geçmişi bir asrı bulmasına ve bu adla anılan kurumların sayısı bugün yüze yaklaşmış olmasına rağmen, Türkiye’de bu kavramın hala sahici anlamda benimsenmiş olduğu ne yazık ki söylenemez. Bırakınız siyasî-idarî çevrelerin ve halkın bakışını; üniversitelerimizde bile hakim olan anlayış üniversite kavramının evrensel anlamından bir hayli uzaktır.
Her şeyden önce, ‘yüksek öğretim’ ile üniversitenin özdeş sayılmasının yarattığı bir karmaşa var. Onun için, meselâ meslekî ve teknik yüksek okullar üniversitelerin bünyesi içine alınıyor; hatta bu okulların bazıları Fakültelere Bölüm olarak bağlanıyor. Aynı mantığın başka bir uzantısı da üniversite olarak adlandırılan kurumların asıl işlevinin insanlara iş sağlamak olarak görülmesidir. Sonuçları bütün üniversiteler için bağlayıcı olan merkezî bir sınav sistemi gibi akıl dışı bir uygulamanın gayet olağan bir şeymiş gibi görülmesi de bununla ilgilidir.
Bizim üniversitelerimiz kendi aslî işlevlerini bilimsel bilgi üretmek ve yaymaktan çok zaten üretilmiş olan bilgiyi öğrencilere aktarmaktan ibaret görüyor. Onun içindir ki hemen hemen bütün üniversitelerimizde araştırma faaliyeti ders vermenin çok gerisinde kalmıştır. Ders verdiği alana hiç bir katkısı olmayan ama sadece başkalarının üretmiş olduğu bilgileri ögrencilere aktarmakla yetinen yüksek muallimlerin öğretim üyeleri arasında çoğunluğu teşkil etmesi de aynı nedenden ileri gelmektedir.
Son yıllarda bilimsel yayına ağırlık verme yönünde bir eğilim belirmiş olmakla beraber; bunun bir gereği olarak ortaya atılan ‘yabancı dilde yayın’ işi de tuhaf bir hal almak üzeredir. Üniversitelerimizde Türkçe yazdığı bir makaleyi İngilizce’ye çevirtenler de bulabilirsiniz; aslında başkasının -meselá, doktora öğrencisinin veya asistanının- yazdığı bir makaleyi ortak imzayla yayınlayanlar veya 10 sayfalık bir yazıya üç-dört kişi birden imza atanlar da.... Hakemli yayın şartı da garipliklere yol açmıyor değil. Meselá, konunun uzmanı olmayanların ‘hakemliği’ni yaptığı ‘bilimsel’ makalelere de rastlayabilirsiniz.
Bütün bunların ya nedeni ya da kolaylaştırıcısı olan temel bir nokta var ki ona değinmesek bu konuda neredeyse dişe dokunur hiç bir şey söylemiş olmayız. Bu, ideolojik üniversite anlayışıdır. Yükseköğretim Kanunu’nun amaç maddesinden de açıkça anlaşılabileceği gibi; Türkiye’de üniversiteler bağımsız araştırma ve eğitim kurumları olmaktan çok, ‘devletin ideolojik aygıtları’ olarak işlev görmek üzere tasarlanmışlardır. Sözde özel üniversiteler de bundan farklı değildir.
Günümüz üniversiteleri bu rol tanımına gitgide daha fazla uymaktadırlar. ‘12 Eylül rejimi’nin boğucu atmosferinden uzaklaşma yönünde doksanların başında beliren ferahlatıcı iklim değişikliği, ne yazık ki, ‘28 Şubat Süreci’yle birlikte değişmeye başlamış ve başka bazı alanlarda -meselá, yargıda- olduğu gibi, üniversitelerde de12 Eylül rejimi restore edilmiştir. Bu o kadar radikal bir değişimdir ki, ‘28 Şubat Süreci’ denen şey birçok bakımdan tek-parti dönemi hassasiyetlerini ve yaptırım mekanizmalarını geri getirmiştir. Çoğu kimse tarafından fark edilmemesi, bunun gerçek olmamasından değil, fakat olağandışılıkları içselleştirmiş ve kanıksamış olmamızdan dolayıdır. Ne yazık ki, AB’ye uyum uğruna son yıllarda yapılan değişiklikler bazı bakımlardan işin özünü değiştirmediği gibi, bu değişikliklerin çoğu da zaten káğıt üzerinde kalmıştır.
Ama sanılmasın ki üniversiteler bu durumdan rahatsızdır. Tam aksine, YÖK ve üniversite yönetimlerinin çoğu bu rolü gönüllü benimsemişler ve üniversiteleri neredeyse ‘resmi ideoloji tekkeleri’ne çevirmislerdir.
Star, 18.9.2006
|