"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Yurtdışında çok itibar görüyoruz!

11 Mart 2016, Cuma
“İnanın Türkiye’de gördüğümüzden çok daha fazla. Niye? onların yapamadığı bir şeyle gittiğiniz zaman size kıymet veriyorlar. sizi hemen yakalıyor ve başka bir yere konumlandırıyorlar. İşte bu çok önemli!”

Tarihî mabedlerimizin içine girdiğimiz vakit, estetiği ve zarafeti ile bizi bir anda kendisine bağlar “Kalemişi” sanatı. Kubbe içi ve detaylardaki bu değerli işçiliği ve güzelliği farkında olmadan hayran hayran dakikalarca izleriz... Sadece mabedlerde kullanılmıyor elbette ki bu değerli sanat! Ve bütün sanat dallarımızda olduğu gibi üzerinde asırların izini, güzelliğini ve sorumluluğunu taşıyor Kalemişi sanatı. Ruhumuza işleyen güzelliklerini ve medeniyetimiz için taşıdığı değeri anlamak niyeti ile günümüzün kıymetli temsilcilerinden olan Nakkaş Kaya Üçer Hocam ile “Kalemişi” sanatını konuştuk... 

***

Kalemişi sanatına başlama hikâyenizden bahseder misiniz?

Topkapı Sarayında elli iki yıl bu işi yapmış olan Nakkaş Hâmit Ustanın oğlu olarak dünyaya gelmekten son derece mutluyum. Rahmetli babam Türkiye’nin, İstanbul’un muhtelif camilerinde, Topkapı Sarayı’nda ve yurtdışındaki pek çok eserde kalemişi yapma onuruna erişmiş bir kişidir. Hani çocukken sokakta top oynardık... Ben çok şanslıydım, çünkü Topkapı Sarayı’nın bahçesinde top oynuyordum. Babam öğlenleri yemek yemezdi ve Topkapı Sarayı’nın ayrı bir yerini gezdirirdi bana. O süreçte sarayın her yerini içsel olarak yaşamak, o küfü, nemi, o eskinin tadını hissetmek bizi bu işlerin içine çekti tabii olarak. Babamla çalışarak girdim bu işlere. Alaylı olarak pek çok eğitim aldık, ama babam hep okumamızı istedi. Kendisi üniversite üçten terkti ve maddî imkânlar nedeniyle okuyamayınca, bizi okutmak için elinden geleni yaptı. Ben üniversiteye girdim ve Geleneksel Türk Sanatlarını kazandım. Tezhip-Hat bölümünü bitirdim. Ama bu arada babam ile hep çalışıyordum. Yüksek lisans, doktora derken, haftada bir gün okulda kalemişi dersi de vermeye başladım. Yirmi yılı aşkın süredir de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde bu dersleri veriyorum.

BİR MANZARA RESMİ BİZİM İÇİN KALEMİŞİ DEĞİLDİR

Kalemişi sanatının tarihinden ve günümüze yansıyışı hikâyesi nedir?

Cami, saray gibi dinî veya sivil mimari yapıların tavan, kubbe ya da duvar zeminlerinde; ahşap, deri, metal, bez, sıva üstü ya da tuval gibi yüzeylere uyguladığımız kurallı desenlere “Kalemişi” diyoruz. Bir manzara resmi bizim için Kalemişi değildir. Ama kuralı olan simetrik motifleri; Rumî, Hatayî, Goncapenç diye bahsettiğimiz ta orta Asya’dan beri süregelen, İslâm sanatıyla birebir örtüşen ve İslâm’ı kabulümüzden sonra da zirveye çıkan bu sanatlarımızı ve motiflerimizi Kalemişi diye adlandırıyoruz. Biz Orta Asya’da iken ve Anadolu’ya olan göçümüz esnasında bu motiflerimizi, bu sanatımızı, bu kültürümüzü de yanımızda taşımışız. Aslında sanattan hiç kopmamışız. İslâm’ın kabulüyle de birbirini taşıyan iki kardeş gibi olmuşlar. İslâm için yapmışız, ama İslâm da bu stilize motifleri ve doğayı yorumlamamızı sağlamış bize. Aslında doğadaki her şey bizim sanatımızda bulunmakta, fakat stilize olarak yer almaktadır. Hatayîmiz, Pençimiz, Goncamız, Rumîmiz… Kullandığımız renklerimiz bile; lacivertin, altının ve diğer renklerin anlamları... Kalemişi sanatı kullandığımız motiflerin yanyana birbirini takip etmesi ile dünyanın dönüşünü devinimini anlattığımız tasavvufî yaklaşımlarıyla, “Klasik Türk Sanatı”nın temel taşlarından biridir aslında. Niye temel taşlarından biri? Biz bugün derslerde Kalemişi sanatını anlatırken, Orta Asya’da sekizinci-dokuzuncu yüzyıldaki Uygur mabedlerinde “Bakın ejderin kanadındaki Rumî motifi, karın kısmındaki Münhanî motifi, sırtındaki bulut motifi” diye yapılmış ilk örnekleri gösteriyoruz. Ama bunları anlatırken ve Anadolu’ya taşırken hat sanatıyla da birleştirmişiz. Öğrenciye gösterdiğimiz ilk örnekler hâlâ sıva üstünde olan örnekler, kâğıt üstünde olanlar taşınma sırasında, savaşlarda ve göçler esnasında ister istemez yıpranıyor… 

BİZ HÂLÂ KENDİMİZİ İFADE EDEMİYOR VE DOĞRU ANLATAMIYORUZ!

Kalemişi sanatının tekniği ve uygulanışı nasıldır? Zorlukları nelerdir?  

Bir kere bu işi ve klasik sanatlar anlamında herşeyi sevmek şart. İkincisi, sebat etmek ve sabır göstermek gerekiyor. Kitaptan okuyup da, “ben bunun kenarına kontür çekeyim, şunun kenarına motif koyayım...” şeklinde yürüyebileceğiniz şeyler değil bunlar. Bizim sanatlarımızda ebrusundan çinisine kadar bu böyledir. O yüzden de usta-çırak ilişkisi bu anlamda çok önemlidir. Bu işe zaman ayırmak ve çok okumak gerekiyor. Okumalıyız, ama sadece kendi sanatımızı değil! Bana küçükken, “büyüyünce ne olacaksın” diye sorarlardı? “Öğretmen olmayacağım” derdim, ama öğretmen oldum.  Kimyayı hiç sevmem derdim ama ucundan kimya bilmem gerekiyor. Restorasyon yapıyorsanız ve renk hazırlıyorsanız eğer, kimya bilmeniz gerekiyor. Büyük lokma ye büyük laf etme diyorlar ya; doğru! Klasik Türk sanatları demek de hoşuma gitmiyor. Türk Sanatı bu işte, klasiği falan yok! Biz yurtdışına gittiğimiz zaman çok itibar görüyoruz. İnanın Türkiye’de gördüğümüzden çok daha fazla. Niye? Bizden sanatçı heykel yapıp gitmiş. Oysaki adam bunu 16. yüzyılda bitirmiş zaten. Siz kötü taklitler ile gidiyorsunuz! Oysaki onların yapamadığı bir şeyle gittiğiniz zaman size kıymet veriyorlar. Çünkü onların kültüründe tezhip yok. Bunun inceliği, zarafeti, sabrı, ondaki aşkı... Böyle olunca sizi hemen yakalıyor ve başka bir yere konumlandırıyorlar. İşte bu çok önemli! Biz öncelikle kendimizi kendimize anlatmalıyız, ondan sonrası kolay. Önce kendi medeniyetimizi bilelim ve kendimizi çocuklarımıza doğru ifade edelim. Biz hâlâ kendimizi ifade edemiyor ve doğru anlatamıyoruz... Diğer yandan Kalemişi sanatı oldukça zor ve meşakkatli bir sanat. İstediğiniz kadar iyi desen çizin, istediğiniz kadar iyi fırça sallayın, yükseklik korkunuz varsa maalesef bu işi yapamıyorsunuz. Erkek öğrencilerin pek tercih etmediği bir bölüm, gelen talebeler hep narin hanım kızlarımız oluyor. “İskeleye çıkabilir misin?” dediğimizde, “çıkarım” diyor ve iskeleye çıkıyor! İcraatı bırakın, üçüncü kata geldiğinde iskeleye yapışıyor. Caraskal ile indiriyoruz aşağıya… (gülüşler) Hava şartları da çok önemli; yağmur yağış, soğuk… Çalışma ortamlarının şartları çok ağır. Ayrıca çok iyi bir usta-çırak ilişkisiyle yürüyecek sanatlar bunlar. Babamla da çalışmış olan ustam yirmi-yirmi beş yıldır benim yanımda. Artık her şeyi biliyor, gelen çocukların eğitimiyle uğraşıyor, yönlendirmelerini yapıyor. Ama pişmesi ve bu noktaya gelmesi gerçekten de uzun bir zaman aldı. Bunun yanında desenin çizilmesi, en azından çizdiğimiz noktada bunun iğnelenmesi, düzgün bir şekilde duvara aktarılabilmesi… Düşünün, bir camii kubbesini yapıyorsunuz, çevresi yerinde 50mt-100mt geliyor. Bu desenleri oraya aktarabilmek için eskiz kâğıdına çiziyorsunuz, iğneliyorsunuz. Kömür tozundan elde ettiğiniz bir tamponla da tamponlayarak bunu duvara sürtmek suretiyle desenin çıkmasını sağlıyorsunuz. Otuz dilimlik bir çalışma yaptığımızı düşünürsek ve her dilimde bir santimlik hata yaptığımız zaman sonunda otuz santimlik bir açık oluşur ve bu korkunç bir şeydir. O yükseklikte bunu tekrar sil ve tekrar yap… Benim Kalemişinde ilk tecrübem oldukça acıdır… (gülüşler) Babam bana, “hadi, bu camiyi sen yap” dediği zaman kubbenin çapını, çevre ölçümünü yaptım ve desenleri bir güzel çizdim. Babam, “oldu mu?” dediği zaman, “oldu!” dedim. “Peki, çık yap o zaman” dedi. Biz bütün ekip çıktık ve çizimi bitirdik. Aha, bir de baktım ki çizimde üç metre açıklık var. “Nasıl olur baba?” dedim ve indim aşağıya. Babam, “sen çapı ölçtün ama ustayı düşünemedin. Kubbeyi yapan usta içeri girer, dışarı çıkar, her şey olabilir” dedi. Biz, o “biliyorum” diyen ekip, üç-dört kişi bütün kubbeyi tekrar boyadık. Sonra tekrar yerinde ölçü alıp, yerinde taksimatı yapıp, tekrar desen çizip tekrar iğneleyip yaptık… 

KEŞKE BİR ŞEYH HAMDULLAH KUR’ÂN’IM OLSA DA, BEN AÇIKTA OTURSAM!

Aşağı yukarı bütün sanat dalları için en ihtişamlı dönem olarak 16. yüzyıl gösterilir. Peki, “Kalemişi” sanatının en ihtişamlı dönemi hangi dönemdir?

Evet, klasik sanatlarımızın en ihtişamlı dönemi 16. yüzyıldır. Diyeceksiniz ki, durup dururken mi olmuş? Tabii ki, hayır! Çok zenginlemişiz bir kere, ikincisi ise o zenginliği taşıyan kişilerin hamilikleri. Devletin en üst kademesinden sanatçısına, hatta çiftçisine varana kadar zengin olan bütün zevat kültürle ilgilenmiş ve kültüre yatırım yapmış. 16. yüzyılda yazılan ve tezhiplenen eserler, yapılan mabedler ve onların süslenmesinde kullanılan çini, kalemişi ayrıca maden sanatından, ahşap sanatına kadar bütün unsurlar klasik sanatımızın zirvesi olarak kabul edilir. Keşke bir Şeyh Hamdullah Kur’ân’ım olsa da, ben açıkta otursam! Günümüzde kitap sanatları levhalar halinde yorumlanıyor artık. Hat, Tezhip, Ebru eskiden kitap sayfalarının arasındayken günümüzde dekoratif tablo olarak sergileniyor. Yurtdışındaki akademisyenler sempozyumlarda eserler hakkında konuşurken; “16. yüzyılda kullanılan tablonun bezinin, tuvalinin, boyasının nereden geldiği ve hangi ustanın yaptığına varana kadar her şey yazılıdır.” diyor. Bunu gururla anlatıyor. Niye? Çünkü bugün restorasyonunu da yaparken aynı mantıkla yürüyebilme şansına sahip. Kendince olmadığını düşünerek, “sizde yazılı mı?” diye dönüp bize soruyor. Bizdeki anlı şanlı birçok profesör o sempozyumlarda maalesef ki “Yok!” diyor. Biz, Millet Kütüphanesi’nde 16 fasikül halinde ustaların ağzından yazılmış formüllerin bulunduğu “Gülizâr-ı Sevap” isimli eser var diyoruz, bizim profesörlerimiz bile dönüp bakıyor. Bir sanat eserine baktığınız zaman “Bu Japon işi, Hint işi, Arap işi vs.” deniliyor. Ama Dünyaya “bu Türk işi” dedirtemedik hâlâ! Hâlbuki çok büyük bir birikimimiz var. Aslında en büyük yara da bu! Toplum olarak birincil kaynaklardan okumayı da kaybetmişiz maalesef ki! Uzun tarihimizi kısa dönemde revize edip, Latin alfabesiyle Türkçeleştirerek tekrar özümsemeye çalışıyoruz ve çok ciddî vakit kaybediyoruz. Keşke Osmanlıcamızı kaybetmeseydik! Ben çocuklarımın hem Arapça, hem Fransızca hem de İngilizce gibi pek çok dili öğrenmesini istiyorum. Niye? Çünkü okullarımızda yıllarca; “Türkiye olarak Asya ile Avrupa’nın geçiş noktasındayız” dediler. Hep İngilizce eğitimi verildi, ama bir bacağımız hep kısaydı ve doğu dillerinden hiçbirini bilmiyorduk! Şimdi bu güzellikleri, bu değerleri oradan alıp diğer tarafa doğru aksettirebilsinler, bizleri doğru ifade edebilsinler diye çocuklarımın ikisine de öğretmeye çalışıyorum! 

MANTIK VE FELSEFE AÇISINDAN ADAMLAR İŞİ ÇÖZMÜŞ

Sanatta tekâmül anlamında işin tekniği haricinde başka neleri dikkate almak gerekiyor? 

Tevbe suresinin 18. ayeti; “Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur.” diyor. Yıllar geçtikçe, okudukça gördükçe ve anladıkça, “bu işin felsefesini, tasavvufi yaklaşımlarını bilmiyorsanız bunu yapmanız çok zor” diyorsunuz. Günümüzde pek çok mimar camii ve mabed çiziyor. Yakın zamanda modern bir camide çalışıyorduk. Bayanlar mahfiline çıkan merdiveni ön tarafa yapmış mimar arkadaş. Şimdi düşünebiliyor musunuz, erkeklerin arasından bir bayan geçiyor ve döner bir merdivenle üst kata çıkıyor! Ee! İster istemez, gayriihtiyari dikkatler dağıtıyor. Bu geçiş Osmanlı yapılarında Mimar Sinan’ın eserlerinde arkada, dışarıda, ayrı noktalarda ve kimse birbirini rahatsız etmiyor. Mantık ve felsefe açısından adamlar işi çözmüş. İkisini karşılaştırdığınızda, “evet, işi bilmeyen bunu yapıyor” diyorsunuz! Sonra da modernlik adına, “bak heykel gibi merdiven yaptık” diyerek yutturmaya çalışıyorlar bize. Sen onu arkaya da yapabilirdin! İşte bu tür şeyler hem usta-çırak ilişkisiyle, hem de bu işin felsefesini, tasavvufi, dini yaklaşımını anlamak ile olur... Evet, yeni arayışlarla yenilikler deneyerek tabii ki bir şeyler yapalım ama süregelen teamülleri bozmadan ve kurallarına sadık kalalım. İşi bilen de kendinden sonra gelenlere bunu doğru anlatmalı, doğru aksettirmeli ki bu işler doğru yürüsün...

BİZ DAHA ESERLERİMİZİN NE DEDİĞİNİ OKUYAMIYORUZ

Peki sanatlarımızı gelecek nesillere doğru anlatmanın yolu nedir sizce? 

Louvre Müzesi’nin İslâm sanatları bölümünü gezmeye gittim. Adamlar bizden götürmüşler. Bütün İslâm âleminden en güzel eserleri bir güzel sergiliyorlar orada. Ha, eserleri görünce içim bir yandan, “bu bizim camilerden pencere üstü alınlık çinisi, şu eserler şuradan...” diye cız etti. Ama diğer yandan “bu eserler bizde olsaydı böyle sergilemezdik!” dedim kendi kendime.  Bizim bir İslâm eserleri müzemiz var, yıllardır turist otobüsleri önünde park ederler. Ama oranın ne olduğunu kimse bilmez maalesef ki. Biz daha eserlerimizin ne dediğini okuyamıyoruz. Siz onu okuyacaksınız, o da sizi iyi bir yerlere taşıyacak. Bizimkiler vakti zamanında yapmış ve gelecek nesil bundan yararlansın demiş. Kütüphaneler bunun için değil mi? En iyi kütüphaneleri yapmışız. Süleymaniye’de iki yüz elli bin el yazması eserden bahsediliyor. Eminim ki çoğunun kapağı dahi açılmadı! Biz onları bir yere taşımayacağız. Okursak onlar bizi bir yere taşıyacak. İşte onun için de okumamız gerekiyor. Biz kendi sanatlarımıza felsefesini veremedik. Dünyadaki bütün milletler kendi ürettiği sanata, sanat eserine bir hikâye yazar. Günümüz sanatçıları da böyledir. Biz hâlâ daha hiç bir eserimiz için bunu yazmadık. Yaptığımız esere ne zaman ki mânâyı yükleyeceğiz, işte o zaman “hamdım, piştim, yandım” olacak... 

Röportaj: Melek Şafak / [email protected]

Etiketler: melek şafak
Okunma Sayısı: 4426
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı