Yeni Asya’nın hakikaten hayatı boyunca çok ciddî hizmetleri oldu.
Fakat benim hayalimde en önemli iki tane tarihî olay var. Bir tanesi işte bu 12 Eylül’deki duruşu. Anayasa oylamasındaki duruşu. Biri de şu son olaylarda Risale-i Nur’un özüne uygun olarak zulmün karşısına geçip ciddî bir şekilde mazlûmun yanında bulunması.
Yeni Asya’nın uzun süre Yazıişleri Müdürlüğünü yapan Sabahaddin Aksakal, geçtiğimiz 21 Şubat’ta düzenlenen 47. yıl programında gazete ile ilgili hatıralarını anlatmıştı.
Ben o zamanlar askerdim ve İttihad çıkıyordu, 1967-69 senesi. İki sene askerliğim vardı. 1969 Haziran’da geldim, o sene baktım gazete çıkarılacak diye konuşmalar vardı. Rahmetli Mustafa Polat, o vesile ile İstanbul’a getirilmişti. Bizim içimizde gazeteci yok. Yani gazeteyi bilen kimse yok, tekniğini filan. Mustafa Polat çekirdekten yetişmiş. Babası Ahmet Polat, Erzurum’da Hürsöz Gazetesi’ni çıkarıyordu. Orada çekirdekten yetişen bir kimse Mustafa Polat. Eski matbaa usûlü elle harfler tek tek çıkarılır, dizilir, satırlar konur, satırlar sıkıştırılır falan… Böyle dizilmesi, basılması şimdiki gibi değil, çok uzun sürüyor. O, Erzurum’da yetişmişti, özellikle buraya çağırıldı. O hazırlıklar yapılana kadar bir iki gazetede yazılar yazdı. Sonradan Yeni Asya açılınca Yeni Asya’nın yayın sorumlusu oldu.
Sonradan baktım bir şeye sıkışmışlar. Yazı İşleri Müdürü aranıyor. “Kimi yapalım?” diye düşünülüyor. Yazı İşleri Müdürü en az lise mezunu olacak (kanunen) ve maddî açıdan da durumu uygun olacak. Gazete daha yeni açıldığından maddî imkânı da yok. Ben de o sırada müsaittim. Dedim ki; bakın ben vakıfım, medresede hizmet gören bir kimseyim. Hatta o sırada rahmetlik Tahirî Mutlu Ağabey Zülfikar’ı yazmıştı. Bu dediğimden birkaç sene evvel. Ben askere giderken Isparta’ya uğramıştım. Eğitimim orada oldu. Isparta Dershanesi’nde akşam dersteyim, baktım Tahirî Ağabey orada. Beni görünce; “Sabahaddin iyi ki geldin ya” dedi, orada yeniymiş daha. Bir dershaneleri var, ama “Kimse yok kardeş” dedi. “Zülfikar’ı yazdık, tashih edeceğiz, adam bulamıyoruz. İyi ki geldin.”
Halbuki ben de aranıyorum, devamlı eve polis geliyor. Askerlik şimdiki gibi değil, sıkı. Hatta ‘görüldüğü yerde yakalanıp, aceleyle derdest edilip askere gönderilmesi’ diye bütün şubelere yazı yazılmış. “Bunlar artık seni rahat bırakmazlar” dedi. Sen git askerliğini yap dedi. Dolayısıyla Isparta’ya gittiğimde ertesi gün hemen teslim oldum. Cezalıydım aslında, birkaç sene askere gitmediğimden falan. Neticede Tahirî Ağabey de ‘Kal tashih yapacağız!’ deyince hemen tamam dedim. O zamanlarda ağabeyler bir şey dediyse muhakkak ‘tamam ağabey’ denir. Böyle bir hafta on gün onunla kaldık, çok takva bir ağabeydi Tahirî Ağabey, Üstadın takva düsturunu benimsemiş, ibadet ve namazda ciddî bir insandı. Bu ayrı bir konu.
Ondan sonra İstanbul’a geldim baktım, Tahirî Ağabey İstanbul’a gelmiş, bir yandan da Zülfikar teksir ile basılacak. Özel yerlerimiz vardı herkesin bilmediği, hizmette bilen bir iki kişi. Ben de orada görevliyim. Cenâb-ı Hak ihsan etti, 2 sene hizmette bulunduk. Bir Halil vardı, Koca Halil, Tahir Ağabey başımızda. Bir yandan Zülfikar Risalesi teksir ediliyor.
Neticede beni gazeteye çağırdılar. “Benim esas vazifem var. Benim görevim vakıflık. Risale-i Nur hizmetinde bulunurum, ama madem ki böyle bir müdür arıyorsunuz, hiçbir para talep etmeden, ismim orada görülsün, siz de rahat hizmetinizi yapın” dedim.
Vakıf deyince tam vakıfsın yani, hayatınla beraber. Babamızdan annemizden ufak bir harçlık gelirse onunla geçiniyorduk. Onun dışında bir şey yok. Hatta aynı dershanede kalan kardeşlerle borç alıp verirdik. Üstadımızın verdiği bir tayinat vardı. Günlük bir ekmek parası, onunla geçiniyorsunuz. Rahmetli Polat Ağabey hemen “Tamam, diplomanı getir hemen, resimlerini hallet” dedi. Öyle başladık biz. İkametgâh için tabiî dershaneyi vermiyorum, başka bir ev adresi verdim. O zaman öyle, çünkü devamlı baskınlar oluyor. Risale-i Nur hizmetinde de dershanelere devamlı baskınlar oluyor.
Gazetede çalışan ağabeylere dedim ki: “Bana her gün bir gazete gönderin.” Gazeteyi göreyim, savcılık çağırır. ‘Sen niye bunları yazmışsın?’ derse benim de ‘haberim yok’, demem olmaz. Böyle her gün bir gazete geliyor.
Bir gün Selahaddin Şafak, gazetede bizim isimlerimizi görmüş; “Bizim Sabahaddin Ağabeye ne olmuş biliyor musunuz?” falan diye söylemiş. Tahirî Ağabey “Ne olmuş?” deyince “Müdür olmuş” dedi. “Yapma ya ver bakayım,” o da şaşırdı. Bir gün yazıhaneye gelmiş, Tahirî Ağabey pür telâş: “Ya müdürü emrime vermişsiniz, ben ona nasıl emir vereyim? Adam müdürmüş falan.”
“Seb-a Semavat” dediğimiz apartman vardı. Tahirî Ağabey de orada kalıyordu. Zübeyir Ağabey de arada giderdi, onun da odası vardı, kalırdı orada. Ahmet Tanyel kardeş dedi ki; “Sabahaddin Ağabey, seni Zübeyir Ağabey istiyor.” Akşam vakti gittim. Tahirî Ağabey ile odalarının kapısını vurdum. Tahirî Ağabey, Zübeyir Ağabeyden büyük de çok edepli. Diz çöküp oturuyorlar. İçeriye girince: “Hah kardeşim gel” dedi. Arada Tahirî Abiye zaman zaman dönerek Zübeyir Ağabey söylüyor: “Bugün gazetede Sabahaddin kardeşin adını gördüm, senin adını gördüm. Eğer Sabahaddin kardeş bunu kendisi kendi rızası ile kabul etmişse eyvallah, bir şey demem, ama yok, Birinci Ağabeyin, Kutlular Ağabeyin, Bekir Ağabeyin zorlamaları ile girdiyse ben gideyim, onlara söyleyeyim, yalvarayım, yakarayım. Etmeyin eylemeyin. Ehl-i medrese, ne işi var? Söylerim” dedi.
Ben de şimdi öyle deyince bu işler de istişare işi, Zübeyir Ağabey niye bana böyle diyor? Hiç sesimi çıkarmadım. Döndü bana bir şey söylüyor. Allah Allah, ben böyle dondum kaldım. Bir şey demiyorum, ama bu işte bir iş var. Sesimi hiç çıkarmadım, dinledim. Sonra Zübeyir Ağabey de Tahir Ağabeyden izin aldı, odasına doğru gidiyor. Dedim, odayı kapatır, içeriye giremem. Ben de hemen içeriye girdim. “Ağabey, Tahirî Ağabeyin yanında öyle konuştunuz, ama biliyorsunuz ki bu gazetenin çıkmasında rızanızın olmadığını bilsem gazete ile hiç işim olmaz. Sizin rızanızla çıktığından ve ücret teklif edildiği halde hiç ücret almadan görev aldım. Tahirî Ağabey ile dershanede hizmete devam ediyoruz” dedim. “O zaman kardeş, gazete biraz güçlenene kadar kal” dedi. Bu şekilde ayrıldık.
Aradan birkaç gün geçti. Süleymaniye’deyim, beni çağırdı: “Sabahaddin kardeş bir dakika gel” dedi. “Buyur ağabey!” dedim. “Bugün yazıhaneye gittim. (Yazıhane ve resmî işler Bekir Ağabeyin yazıhanesinde olurdu.) Fırıncı’nın kafasına vurdum- vurdum. (Kafasına vurdum kelimesini ikaz ettim manasında kullanırdı.) Ağabey ne yaptık? dedi. Bizim sizinle anlaşmamız neydi? 10 maddelik bir anlaşma varmış, o anda ben bilmiyorum da Zübeyir Ağabey’den öğrendim. Hani dershaneden gazeteye adam gitmeyecekti? Ama gazeteden dershaneye adam gelebilir. Ağabey hiç kimseyi almadık, kimse yok, biz uyuyoruz ve uyduk demiş.
“Zübeyir Ağabey de ‘Hani Sabahadin kardeş ehl-i medrese, onu almışsınız’ demiş. Sonra, “Baktım kardeş (Fırıncı) dedi ki; ‘Ağabey bir o var, bu işe lâyık. Bunu yapacak (diplomalı) başka kardeşimiz yok.’ Neticede Zübeyir Ağabey, “Kardeş, sana daha orada ihtiyaçları var. Sen orada biraz daha kal” dedi.
Aradan zaman geçti, yine Zübeyir Ağabey: “Sakın kardeş, sana o ağabeyler gazeteden ayrıl demeden ayrılma!” dedi.
Ama ben bunu tam yapamadım. Hatta bir kardeş kızdı. “Madem böyle bir şey var niye ayrıldın?” dedi. Gençler yetişsinler. Biz orada kalıyoruz; gençler nasıl yetişecek mantığı ile ben emekli olunca kendi isteğimle vazifeyi bıraktım. Bir vesile ile hiç kimsenin haberi olmadan emekliliğimi istedim. Bazı sebeplerle ve gazeteye yük olmayalım diye. Biraz da özel meseleler oldu. “Ayrıl” diyen olmadı. Gizli gizli dilekçemi verdim. Duydular ki Sabahaddin Ağabey emekli olmuş.
Sıkıyönetim döneminde bize çok dâvâlar açılıyordu. En çok da Hekimoğlu İsmail’in yazılarından. 163. Madde diye bir madde vardı. Müslümanların başında Demokles’in kılıcı gibi duruyordu. Bizi hep o madde ile götürüyorlardı. O sırada 12 Eylül İhtilâli oldu.
Yeni Asya’nın hakikaten hayatı boyunca çok ciddî hizmetleri oldu. Fakat benim hayalimde en önemli iki tane tarihî olay var. Bir tanesi 12 Eylül’deki duruşu. Anayasa oylamasındaki duruşu. Bir de şu son olaylardaki zulmün karşısına geçerek ciddî bir şekilde mazlûmun yanında Risale-i Nur’un özüne uygun olarak bulunması.
12 Eylül’de hasbelkader biz oradaydık. Bizim bir özelliğimiz yok. Cenâb-ı Hak, bizi orada istihdam etti. O dönemde de sıkıyönetim olmuştu. Sıkıyönetimde kanun yok. Bir gün telefon çaldı. Açtım, karşıdaki muhatabım gazetemizin kapatıldığını söylüyordu. Sebebini soramıyorsunuz bile. Sorgulamak için gidecek herhangi bir yeriniz yok. Telefondaki muhatabım ertesi gün 9’da beni yanına çağırdı. O zamanlar yeni evliydim. Herkesten helâllik istedim. Ertesi gün saat 9’da orada olacaktım.
Selimiye Camii’ne uğrayıp iki rekât namaz kılıyoruz, abdestliyiz. Helâllik de aldık. Her an tevkif edecekler. Onu bekliyorum. Sekîne’yi okudum sonuna kadar, Âyetel Kürsî okudum, içeriye girdim. “Ya nerede kaldın?” diye çıkıştılar. Şöyle oldu, böyle oldu dedim. Biz ilk önce Cenâb-ı Hakk’a iltica edelim de sen sonra ne sorarsan sor. Zamanla çok mücadelelerimiz oldu. Suçumuz ise şu: Evren, sağda solda konuşmalar yapıyor. Urfa’ya gitmişti. Oradaki havaya göre bir konuşma yapıyor. Diyor ki; “Efendim başörtüsü yoktur. Dinde, Kur’ân’da başörtüsü yoktur! O zaman Peygamber yemek yaparken kılları dökülmesin diye kadınlara başınızı kapatın demiş...”
Bunun neresini düzeltelim? Kardeşler ve bunun usturuplu şekilde dinî bir vecibe olduğuna dair çeşitli âyetlerden, hadislerden istifade ile yazılar yazdılar. Bu yüzden, suç işlediniz diye çağırıyorlar. Niye Evren’i tenkit ettiniz? Yaklaşım bu. Bu nereden çıkıyor?
Hamd olsun biz orada gereken müdafaayı yapıyorduk. Selimiye Kışlasında 2 tane Albay vardı. Bazen de MİT elemanları geliyordu. Onlar da asker. Ben İslâm’ın, Kur’ân’ın emirlerini müdafaa ederken, adamlar kızarlar, bağırırlardı. Biz de aynı şekilde cevap verirdik. Halbuki bir anda bakıyorsunuz, nerede olduğunuzu unutuyorsunuz. Cenâb-ı Hak konuşturuyor. Bir gün MİT’ten biri gelmişti. Her an tevkif edilebilir durumdayım. Bir paravan var, konuşmalarını duyuyorum. Dediler ki; “Arkalarında kim var, bu güçleri nerden geliyor?” Oysa imandan gelen güç, yani başka bir şey değil.
Bir gün de paşa çağırdı. Baktım iki tane albay yanında. Paşanın emrinde böyle el pençe divan. Ben de karşısındayım. Bana da böyle bağıra çağıra, “Neden böyle yapıyorsunuz?” diye çıkıştı. Ne de olsa olan oldu diye ben de aynı şekilde yüksek perdeden cevap verdim. Adam kızdı: “Alın götürün bu adamı, ne biçim konuşuyor.”
Tabiî götürün derken ben dedim yine içeriye gideceğiz. Albaylar aldı; “Ya niye böyle konuşuyorsunuz?” dediler. Dedim, “Adamı görmüyor musunuz? Nasıl yalanlar söylüyor, ama yalanların arkası yok”.
Bir gün de albaylar beni arabaya attılar. Kadıköy’de işleri varmış, beni de götürüyorlarmış. Dedim “Hapishaneye mi?” “Öyle” dediler. Meğer şakaymış. Beni de yolda bir yerde bıraktılar. Yani böyle çok çeşitli hatıralar var.
Şükran Teyze’nin fedakârlığı
Ali Demirel Ağabeyin hanımından Allah razı olsun, her gün bize sefer tasıyla yemek gelirdi. Yemeğini getirirdi. Kim gelirse gelsin; Kutlular Ağabey, ben falan üç kişi bazen 5-10 kişi, hepimize yeterdi, bereket vardı. Ali Ağabeyin başka şeyleri de var. Onun evi aynı zamanda Medrese-i Nuriye idi. O zamanlar şimdiki gibi cep telefonları falan yok. Çat kapı gittiğimiz bazı aileler vardı onlardan bir tanesi de Ali Demirel Ağabeyin evi idi. “Bugün size geleceğiz” derdik giderdik. Ondan sonra yenge hanım pür telâş yemeğimizi yapar, önümüze çorbamızı çıkarır. Sonra da dersimizi yapar çıkar gelirdik. Uzun müddet bu tip şeylerimiz vardı. Allah evli ağabeylerimizden ablalarımızdan ebeden razı olsun.
Anadolu’dan kız kardeşiniz, anneniz veya kızınız beraber geliyorsunuz. Telefon çok kimsede yok, bazılarının evlerinde de nadiren var. Hemen gidiyorsunuz, kapılarını çalıyorsunuz. Ali Ağabey bunlardan bir tanesi. Meselâ Şule Yüksel Şenler de bunlardan bir tanesi. Zillerine basardık, ‘buyrun’ derlerdi ve tebessümle bizi karşılarlardı. Ailemizle Anadolu’dan geldiğimizi ve alâkadar olmalarını isterdik. ‘Hayhay, ne demek’ derlerdi hemen. Bir gün değil, beş gün değil, icabında yerine göre bazen bir hafta... Evlerinde misafir ederler, onlarla alâkadar olurlar. Hiç of bile demeden de senelerce devam etti bu.
Not: Ali Demirel’in burada anlatılan eşi Şükran Demirel Hanım, iki ay önce Hakk’ın rahmetine kavuştu.
HABER: MERVE İRİYARI