Yazar Mustafa Akyol, “ Topuza talip olmak Nur’a gölge düşürdü” diyerek, cemaat ve AKP arasında yaşanan gerilimin Bediüzzaman kriterleri ile bitebileceğini söyledi.
RÖPORTAJ
Gökhan YILMAZ @MGokhanYlmz
Ekrem ÖZDEN @EkremOzden86
Yeni Türkiye’nin referansı olarak Nutuk’a atıfta bulunulmasını nasıl değerlendirmek lazım?
O açıklama hepimizin dikkatini çekti. Erdoğan, “Yeni Türkiye ibaresi ilk Nutuk’ta geçiyor” dedi. Ben de bunun enteresanlığı üzerine yazdım. Ama bu ilk değil son 1,5 yıldır Ak Parti’de Kemalist söylem ve sembollere çok fazla atıf var. Erdoğan mesela seçim kampanyasını Samsun’dan başlattı, arkasından Erzurum’a gitti, 2. bir Kurtuluş Savaşı’nın lideri ilan etti ve yine Atatürk göndermesinde bulundu. Erdoğan, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Anıtkabir özel defterini imzalarken de “Sizden sonra halkla devletin arası açılmıştı biz şimdi tekrar kapatıyoruz” dedi. Oysa bizim muhafazakâr geleneğe göre asıl Kemalist dönemde halkla devletin arası açılmıştır, çok daha sonra Demokrat Parti döneminde yeniden kurulmuştur. Kullanılan siyasi terminolojide de benzerlikler var. Örneğin Erdoğan için “büyük usta”, kavramı biraz “ulu önder”i andırıyor. Bir kaç ay önce bir kitap yayınlandı mesela ben ismini çok ilginç buldum. “Çağın Güneşi Erdoğan” çağın güneşi diye kime denirdi? Milletin üzerinde güneş gibi doğan kim vardı? Atatürk vardı elbette. Kısacası Atatürk’ün tüm millete yol göstermesi, ona öncülük etmesi, hatta milleti bir karanlıklardan kurtarıp “baştan yaratması” falan gibi bir takım mitolojik temalar Cumhurbaşkanı Erdoğan’la birlikte tekrar temayüz etmeye başladı.
Bu anlaşılabilir bir şey mi?
Belki biraz, tabiî ve anlaşılır bir dinamik bu. Çünkü bizim siyasi kültürümüzde böyle bir “kurtarıcı lider” romantizmi var, bu doğal olarak bu dönemde de ortaya çıkıyor diyebilirisiniz: Fakat beni asıl endişelendiren ve problemli bulduğum kısmı Kemalizm’den tanıdığımız“ dâhili ve harici bedhahlar” algısının da şu anda siyasette hâkim olması.
Erdoğan’a muhalif olanların vatana ihanetle suçlanması ya da vatana sadakatlerinin sorgulanması, bazen açıkça iç düşman ilan edilmesi. Benim, Kemalizm’i çok eleştiren bir insan olarak Kemalizm’le ilgili en temel problemim buydu zaten.
Ben Ak Parti’yi zamanında çok destekledim, bu bilinen bir şey. Desteklememin en büyük nedenlerinden biri, tam da bu iç düşman kavramını ortadan kaldırdığını düşünmemdi. Erdoğan’ın 2009 yıllında, “Bu ülkede artık iç düşman olmayacak” diye bir beyanı vardı. 2010’da MGK’nın meşhur kırmızı kitabı revize edilirken “Artık iç düşman kavramı kalkıyor” diye ilân edilmişti.
Biz de çok sevinmiştik. Fakat şimdi tekrar o eski adetlere geri döndüğümüzü görüyoruz.
Dahası bir de Kemalizm’in inşa ettiği otoriter kurumların, yönetimine sadece muhafazakar şahıslar suretiyle devam ettirilmesi gibi bir problem var. YÖK, bunun en bariz örneği. Generaller üniversiteleri zapturapt altına almak için kurmuşlardı YÖK’ü. AK Parti bunu lağvetmek yerine elde etti. Gerçek bir değişim yaşanmadı yani.
Erdoğan’ın M. Kemal’i aşırı şekilde övmesi Kemalistler tarafından samimi bulunmuyor zaten, tabandan rahatsız olanlar da var. Bu söylemlerindeki temel neden ne sizce?
“Siyasi kültürde devamlılık” diye bir kavram var. Siz yeni bir siyasi parti kurduğunuzda ya da yeni iktidar ürettiğinizde toplumun kültürü öyle bir anda değişmiyor. Dahası, bir de sizin çok büyük, toplumu yeni baştan kurma iddiasında bir projeniz varsa, karanlık bir dönemi kapatıp bir tür altın çağ açma iddiasındaysanız, sizden önce bunu yapmış olanlara ister istemez benzemeye başlıyorsunuz. Şu anda 100 yıllık parantezin kapandığından bahsediliyor. Bu eğer demokrasinin, adaletin, özgürlüğün tam tesis edilmesiyse, amenna. Fakat 100 yıldır birileri iktidardaydı, şimdi de biz iktidardayız diyorsanız, bir parantezi kapatmayıp, sadece o parantezin içine virgül de koyuyor olabilirisiniz. Mesele istibdâdın, yani otoriter yönetimin bitmesidir.
AKP’NİN İHTİYACI KALMAYINCA REFORMLAR DA DURDU
Nerede kırıldı bu? Yani bir anda o reformcu AKP’ye ne oldu da otoriterleşme eğilimi göstermeye başladı?
Sanırım 2010-2011’den sonra giderek daha olumsuz bir evreye girdik. Belki de ustalık dönemi denen 3. dönemden itibaren… Neden böyle oldu? Kemalist statükonun en büyük gücü Ordu ve Yargı’ydı. Bunların varlığı, bunlar tarafından tehdit ediliyor olmak, aslında Ak Parti’yi demokratlaşmaya itiyordu. Ak Parti Kopenhag kriterleri diyordu çünkü alternatifi neydi, alternatifi Atatürk ilke ve inkılâplarını dayatan, bunun için parti kapatan, başörtü yasaklayan Kemalist statükoydu. Dolayısıyla devlet AK Parti’nin tam elinde değildi ve devleti hâlâ elinde tutanlardan endişe ettiği için de evrensel demokrasi kriterlerine ihtiyaç duyuyordu.
Ama bu otoriter sistem mağlup edildiğinde (ki bu darbe davalarıyla ve 2010 referandumuyla, yani ordunun artık bir darbe yapacağı endişesinin ortadan kalkmasıyla) bir de baktık ki Ak Parti demokratikleşmeye dair motivasyonunu kaybetti. Bu ihtiyaç ortadan kalktı çünkü. YÖK diye bir sorun mu var Türkiye’de? –“Bizim adamımızı başına koyarsak bu sorun hallolur” dendi. Ben de bu gidişatı 2011’den itibaren, Star gazetesinde köşe yazan bir insan olarak, lisan-ı münasiple eleştirmeye başladım. Ama bir noktadan sonra o eleştiri de kabul edilmemeye başlandı. Yine AK Parti’nin içinde de gidişatın kötü olduğunu düşünen insanlar olduğuna eminim.
“Halktan %50 oy alıyor, demek ki bir sorun yok” mantığına ne dersiniz?
Bu çok ucuz bir argüman. Otoriterlik sadece iktidara nasıl gelindiğiyle ilgili bir mesele değil çünkü. İktidarda nasıl davranıldığıyla de ilgili bir mesele. Bunu sorduğunuz iyi oldu; çünkü öyle bir mantık çıktı ki ortaya, otoriter yönetimden bahsediyorsunuz, “ama adamlar seçilmiş” diye konu kapatılıyor.
Bir de ülkenin %50 si AKP’li ise %50’si de değil demektir. Bu detay atlanıyor mu hep?
Yarısı tabii ki AK Partili olmayacak. Bu da AK Parti’nin iktidar meşruiyetini zayıflatmaz. Ama mesele bu “öteki yüzde elli”ye karşı iktidarın nasıl davrandığıdır. Erdoğan “şer cephesi” dedi muhalefete çeşitli kereler; işte asla kabul edilmez olan budur. Bakın siyaset biliminde “seçilmiş otoriterlik” diye bir kavram var… Yakın çevremizde Macaristan ve Rusya gibi örnekleri var. Putin ülkesinde çok popüler bir lider mesela. Yüzde 60 oy alıyor. Seçimle geldiği için kendisine diktatör diyemiyoruz belki, ama otoriterliği çok aşikâr. Muhalif basını tehdit ediyor, kendisine yakın iş adamlarını zenginleştirirken diğerlerini zayıflatıyor. Türkiye’de de buna doğru bir gidişat var: ne kadar daha ileri gideceğini ben de merak ediyorum.
AKP ORDUNUN BAKTIĞI YERDEN BAKINCA iÇ DÜŞMAN GÖRMEYE BAŞLADI
2004 yılında alınan ve hükümetin de imzaladığı “F.Gülen’i ve Nurculuğu bitirme planı” ile son MGK’yı birlikte değerlendirecek olursanız ne söylersiniz?
Öncelikle 2004 yılındaki MGK ile alakalı olarak Bülent Arınç’ın yapmış olduğu “İmzaladık ama gereğini yapmadık” açıklamasının samimi olduğunu düşünüyorum. O dönemde ordu “İrticaya karşı illa tedbir alınacak” diye dayatıyordu, Ak Parti’nin de bu isteğin altına imza atıp işi yumuşatmaktan başka çaresi yoktu. Yani o zamandan beri Cemaat’e karşı bir garezi vardı diye düşünmüyorum. Fakat eskiden ordunun durduğu yere şimdi siz oturunca dünya biraz farklı görünmeye başlıyor. “Ya bir dakika hakikaten de bazı iç düşmanlar varmış” diye düşünmeye başlıyorsunuz. Çünkü iktidarın formatı böyle.
O zaman problem ne?
Bugün Ak Parti’nin cemaatlerin iman hizmetinden rahatsız olduğunu düşünmüyorum, ama siyaseten ayrı bir yerlerde durmalarından rahatsız olduğuna eminim. Yani AKP’nin cemaatlerle ilgili olarak, “İman hizmetinizi yapın fakat siyasete gelince bize oy verin, gazeteniz-derginiz varsa da muhakkak bizi desteklesin” diye düşündüklerine ve bunu istediklerine eminim. Böyle davranmayanları da bir problem olarak işaretleyip onların üzerine gitmek, en azından onların –tabiri caizse- musluğunu kesmek onların imkânlarını daraltacak şeyler yapacaklarını varsayabiliriz. Buna mukabil cemaatlerin de meşru sivil toplum alanından çıkmamaları gerekiyor bence. Elbette siyasi görüşleri de olur, beğendikleri partilere de oy verebilirler. Bu anlamda cemaatler siyasi tercihlerine göre asla tehdit olarak görülemezler. Cemaat mensupları devlet kademelerinde iş de bulur elbette.
Gülen grubunun kadrolaştığını söylüyorlar?
Belirli devlet mekanizmalarına ağırlık kazanmaya çalışmak, orada bir cemaatin görüşünü hâkim kılarak bürokrasisine yön vermeye çalışmak asla doğru bir şey değildir. Bunu bir cemaat de yapsa, bir mezhep de yapsa, yanlıştır. Ben bu anlamda Fethullah Gülen cemaatinin büyük bir özeleştiriye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Evet, Gülen cemaatine bugün haksız saldırılar da var. Kimse Yok Mu Derneği’ne saldırılıyor, dershaneleri, okulları kapatılmaya çalışılıyor, Bank Asya batırılmak isteniyor. Kısacası… Gülen cemaatinin bütün sivil alanına müthiş bir saldırı var. Bu bir zulümdür, bunun tamamen karşısındayım. Fakat öbür taraftan da kavganın, söz konusu “Orduda, yargıda, emniyette çok mensubumuz olsun” niyetiyle başlattığı bir kadrolaşmadan dolayı çıktığı kanaatindeyim ki, bu kadrolaşmaya da karşıyım.
Peki, bu mesele nasıl çözülecek?
Bu meselenin çözümü de bence Bediüzzaman’ın kriterlerinde. Yeni Asya’da Ahmet Battal Bey bunu çok iyi izah etti, yazılar yazdı bununla ilgili ben de ilk defa oradan okuyup anlamıştım bu meseleyi. Neydi o konu? —Nur ve topuz ayrımı. Bediüzzaman diyor ki: Nur iman hizmetidir, topuz devlet gücüdür. Elinde nur varsa topuza talip olmamak lâzım. Çünkü topuzdan korkan adam nurdan da kaçar. Bu çok kritik bir tespit. Buradan ben şu sonucu çıkarıyorum. Nura talip olan, -burada sadece nurculardan bahsetmiyorum- herhangi bir dini motivasyonla hareket edenler, kendi sivil oluşumlarını elbette özgürce kurmalıdır. Sözgelimi okul, dershane, neşriyat, dünya çapında her türlü kültürel faaliyet, bu faaliyetleri finanse edebilecekleri İslâmî finans, banka… Bunların hepsi meşrudur. Fakat bu nur hizmetlerini yürütenler, “Bir elimiz de topuzda olsun” dememeliler, bunu dediklerinde topuzdan korkan onlardan da korkmaya başlıyor çünkü.
Cemaat’in tüm bu yaşananlardan bir ders çıkarması lazım. Nedir bu ders? “Topuza talip olmak, Nur’a da gölge düşürdü.” Yani devlet gücüne talip olmak, sivil alandaki onca hayırlı hizmeti de riske attı.
Hükümetin de şunu yapması lazım, falanca cemaatin mensupları eğer devlet içinde organize olmuş, hukuk dışı bir ağırlık oluşturmuş iseler, bu devlet içi bir problemdir. Suç işlenmişse mahkemeye götürülür. Ama buradan yola çıkarak o insanların dershanelerini kapatalım, Afrika’daki, Azerbaycan’daki okullarını da kapattırmak için devreye girelim; bunlar asla kabul edilemez. Bu siyasi intikam almak olur. Hukuka evet ama intikam almaya hayır.
DİN ADINA İSTİBDAT EN BÜYÜK ZARARI DİNE VERİR
Nur-topuz ayrımı siyaset için de geçerli mi?
Tabii ki nur-topuz ayrımı siyasi iktidar için de geçerli, onlar da; “Şimdi biz iktidar olduk, şimdi dine hizmet edelim, şunu-bunu yasaklayalım, biraz zoraki din dersi koyalım” falan diyerek dine hizmet etmeyi düşünüyorlarsa dine zarar verirler. Yani bugün Türkiye’de siz Alevi ailelerin çocuklarına illa din dersi verelim diye dayattığınızda – ki bu din derslerinin Sünni içeriğe sahip olduğu aşikâr- bununla insanları dine ısındırmak yerine soğutursunuz. Yahut biz bütün devlet imkânlarını İmam-Hatip ya da yurt açmak için kullanalım derseniz yine aynı tepkilere yol açarsınız. Din adına istibdadın en büyük zararı yine dinedir. Sonuç olarak uzun vadede çıkış yolu, Bediüzzaman’ın nur ve topuz kriterlerine dönmektir. Yani devlet gücüyle iman hizmetinin birbirinden ayrılmasıdır. -Devamı yarın-
Mustafa Akyol kimdir?
Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi Bölümü’nden mezun oldu. “Kürt Sorununun Kökeni” başlıklı teziyle tarih yüksek lisansı yaptı. “Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek: Yanlış Giden Neydi, Bundan Sonra Nereye” ve “Özgürlüğün İslami Yolu” isminde kitapları vardır. Hürriyet Daily News gazetesi başta olmak üzere, bir çok yayın organında köşe yazarlığı yapmaktadır.