“Kimin seyircisi Allah razı olsun diyor, bu zamanda. Bize diyorlar. Bunu sen parayla alabilir misin? Sayfalarca duâlar yazıyorlar bize. Aileleri duâ ediyor bize. Bundan değerli bir şey var mı?”
DÜNDEN DEVAM
Cezaevlerinde tiyatro yapmak daha farklı ve zor bir mesele olsa gerek?
Cezaevinde tiyatro yapmak farklı bir şey. Bir mahkûmu bir de yönetimi anlaman lâzım. Sunum yaptığın kişilerin yapısını anlaman gerekiyor. Bazı yerlerde din adamları diyor ki “Helâl olsun vallahi biz de böyle yaklaşıyoruz insanlara.” Çünkü kafasında bir soru işareti var. Meselâ bir sürü müdür arar oyundan sonra “Cezaevi bir aydır sakin.” derler. Çünkü adamlar onu düşünüyor. Tunceli’de yer olmadığı için havalandırmada oynamıştık. Çıktık adamlar hâlâ oturuyor orda. Dedim, ne yapıyorsunuz? Dediler hâlâ oyunu seyrediyoruz. Kafasında seyretmeye başlıyor. Biz bir kere avantajlıyız, kimin seyircisi Allah razı olsun diyor, bu zamanda. Bize diyorlar. Bunu sen parayla alabilir misin? Sayfalarca duâlar yazıyorlar bize. Aileleri mesaj atıyor, duâ ediyor bize. Bundan değerli bir şey var mı? Onun için mutluyuz. Yaptığın iş insana yönelik bir iş olunca zor gelmiyor hiçbir şey.
Gençken bana işkence yapan adamı yıllar sonra oyunumda asistan yaptım
Teknolojik donanıma sahip lüks salonlarda değil de cezaevi salonlarınızda tiyatro oynamayı seçtiniz. Bu süreçte sizi en çok etkileyen anılarınızdan bahseder misiniz?
İnsanlar dört duvar arasında kendilerine özel bir şey yapamaz. Kafalarında oluşturdukları bir oyuncuyu karşılarında görmek, onlar için farklı bir dünya oluyor. Çünkü ben onlardan birisiyim. Bunu da hiçbir zaman unutmadım. Bu kişileri oynadığın zaman dışarda bekleyen ailelerine bunu anlatacaklar. İşte Turgay Abi şöyle yaptı böyle yaptı, mutlu olacaklar yani. Kişi karşısındaki insanın onu anlamasını bekler. Benim ekip onu anlıyor işte. Gözyaşların birikimi, âşığın gitmesi... Bunlar hoş gelen şeyler. Düşünün daha önce bana işkence eden adam cezaevine düştü. Ben de tiyatro yapıyordum o zaman. Onu kendime asistan yaptım. Yani ilk önce kendimi tedavi etmek istedim ona karşı. Aylar geçtikten sonra orijinal ismiyle ona hitap ettim. Şaşırdı. Benim adım o değil, dedi. Yok senin gerçek adın o, dedim. Ben “konservatuar bülbülü”yüm, dedim. O zaman beni içeri aldıklarında öyle demişlerdi bana. Hemen bırakmak istedi. Dedim, bırakırsan mahkûma senin kim olduğunu söylerim, onlar da seni affetmez. Ve hâlâ görüşüyoruz onunla. Dünya görüşü olarak çok zıt insanlarla karşılaşıyorsunuz, ama bugün de gördüğünüz gibi öpüyorum, sarılıyorum. Çok zor bir iş bu yaptığım. Şöyle bir şey var; bu adamlar içerideler tamam, ama acı verdikleri insan da dışarıda. İki taraf da sıkıntılı. Bayrampaşa’da hastanede bir mahkûm yatıyordu, morali bozukmuş, beni istemiş. Gittim ben de, dinledim. Çıkışta bir anne bedduâ etti bana. “Oğlumun katilini sen tiyatroda oynatıyorsun Allah senin cezanı versin” dedi. Gittim yanına elini istedim öpmek için. Vermedi. Dedim, “Dur bir, beni iki dakika dinle sonra bedduâna devam edersin. Ya içerdeki senin çocuğun olsaydı ve birini öldürmüş olsaydı. Ne olacaktı düşüncen?” Elini verdi, öptük. İnsan kendisine acı veren ne ise ona bir tepkisi var. O yüzden insanın hastaneyle hapishaneye ne zaman düşeceği hiç belli olmaz. Yoldan karşıya geçerken araba çarpar hastanelik olursun, arabanla giderken yolda birine çarparsın hapishanelik olursun. Herkes önce haddini bilecek sonra şükür edecek. Bunu biz unutuyoruz. Çıktık dışarda havayı soluyabiliyoruz, geldik burada çay içiyoruz. Bunun şükrünü eda edebilmemiz gerekiyor. İnsanlar hep düzenin bu şekilde gideceğini düşünüyor ve rahatlıyor. Haberleri yürekten dinlemiyor, kulağıyla dinliyor. Yüreğiyle dinlese savaşlar biter. Sen şu an belki Turgay’ı yenersin, ama seni de gelip Ahmet yener. Bunu düşünmüyor kimse. Sürekli bir başkasını aşağılamak, kötülemek, hayır demek...
Böyle bir dünya olamaz!
Nereye gidiyoruz peki hocam?
Çocukluğumda gazete satardım ben mahalle mahalle dolaşıp. Manşet de Pakistan savaşıyor... Pakistan hâlâ savaşıyor. Böyle bir dünya olamaz! Onun için İsrail’i, Suriye’si şusu busu baktığımız zaman yok olan insanlık... Bunlara dur demenin zamanı geldi.
Cezaevindeki insanların çocuklarına babalık ettiğinizi, onları okuttuğunuzu biliyoruz. Hiç bu sevdadan kendinizi emekli etmeyi düşündünüz mü, enerjinizi nerden alıyorsunuz?
Dışarıdaki sesler çok güzel. Turgay merhaba diyor, adam. Ama öyle bir yere geliyorsun (hapishaneye) merhaba diyecek adam bulamıyorsun yanında. Bu acı... Ayağa kalkış nedenim benim çocuklar. Cezaevlerine dönüş nedenim çocuklar. Kendi kendime kaldığım zamanlar hiç kimse yokken, diyorum ki çocuğumu arayayım. Çünkü onlar telefonu babam diye, açıyor. Şakalaşıyorlar. Savcı olan kızım Sultan hepsine telefonu sevgi sözcükleri ile açıyor. Ama o kadar güzel bir şey ki. Onlar da meselâ “ablayla konuştum” diyor, acayip mutlu oluyorum ben. İşte bunlar ayakta tutuyor. Çünkü ben yoksul bir ailenin çocuğu olmama rağmen onurluyduk. Şükretmeyi bildik. Yolumuz bu dedik, evim olsun, yatım olsun, son model bir şeyim olsun diye kendimizi hiç yırtmadık. Turgay Tanülkü olarak, Zehra olarak vay şuyumuz olsun diyene para biriktirdik ne kavgasını ettik. Bu sene bir ev alalım bari dedik, ölüp gideceğiz. Beceremedik hemen vazgeçtik. Şimdi eğitim merkezi var. Onu açmaya çalışıyoruz. Onu açacağız inşallah. Bunlar 11 kişi büyükler. 11’i orayı yönetir. Bu zincir devam eder. Kimseye minnet etmeden o çocuklarımız çoğalır. 23 kişinin 23’ünün de birbirinin ne yaptığından haberi vardır. Çıktı mı çıkmadı mı, karnı tok mu pazarı görüldü mü? Çekim yerinden elbise verirler bana. Ben temiz bakarım çocuklarımdan birine veririm. Zehra elbiselerini temizler onların. Kendine ne alıyorsa onlara da alır. Abla büyümüştür paltosu dar gelir öbür kardeşe verir, o da. Hiç kimse gocunmaz orada. Sultanın yattığı yatak öbür kardeşe geçti. Ablamın yatağı diye yatar oraya. Bana yeni yatak alın demez. Sultan savcılığa girdiği gün biz ona telefon aldık. Önceden takoz bir telefonu vardı. Bir günden bir güne bana “Baba bu bana yakışmıyor genç kızım bana yeni telefon alalım” dememiştir. En basitinden kontör gönderirsin, “Baba niye gönderdin benim kontörüm var” der. Kendi özünde bunu yapamazsın. Baba şunu istiyorum, der evlât normalde, ama bizde öyle bir şey yok.
En küçüğü kaç yaşında?
Üç yaşında. Onu da yeni aldık cezaevinden. Sultan tayini çıktıktan sonra onu yanına alacak. Onu büyütecek inşaallah.
Said Nursî onca acıya rağmen hiç belâ okumamış
Farklı kesimlerden dostlarınızın olduğunu biliyoruz. İnsanlarla aranızı nasıl böylesi sıcak tutabiliyorsunuz?
Biz ülkemizde çok avantajlı ve hoşgörülü büyüdük. Dolayısıyla bu kültürle yetiştiğin zaman herkes senin dostun. Benim Hıristiyan, Musevi, güneşe tapan arkadaşlarım bile oldu, ama ortak nokta ne? Bir ateistin “Allah’a inanmıyorum.” demesi bile Allah’a varlığına inanıyor olduğunun delilidir. Yani var, ama ben kabul etmiyorum. Espri olsun diye söyleyeceğim. Meselâ deniz kıyısında güneşlenirken kimsenin aklına Allah gelmez genellikle. Ama bir deprem olsun bildiğin tüm duâları okumaya başlarsın. İşte bu miras olgusundan kaynaklı kimisi hem kendini bulma adına hem dini bulmak adına hem de insanlara ulaştırmak adına çalışmışlar. Dürüst bir pencere açmışlar kendilerine. Benim pencerem bu. Bütün kavgaların, savaşların nedeni de bu zaten. Kendi kendine çelişmenin kültürsüzlüğe dayandığını düşünüyorum. Onun için biz din olarak, anlayış olarak barışçıl insanlarız. Meselâ o kadar acılar çekmesine rağmen Nursî’den bir bedduâ duymuyorsun. Kimseye belâ okumamış. Bu benim çok dikkatimi çeken bir noktaydı. Ondan çok rahatım. Bu yaşanmışlıklar ve öğretiler bana yol gösterdi hep. Yaradandan ötürü her insanı seviyorum.
Gençler sevgiden çıksın yola
Siyasî bir suçtan hapse girmiştiniz ve belli bir süre sonra çıkmıştınız. Ama gençliğinizin en önemli dönemleri orada geçmiş oldu bir kere. Şimdi de piyon olarak ön safa sürülenler hep gençler. Bu durumları yaşamış bir olarak o gençlere ne tavsiyede bulunurdunuz?
Kendisini, ailesini ve ülkesini sevmesi gerekiyor gençlerin. Yola sevgiden çıkacaklar. Bu noktaları yakalarsa insanlar, yapıcı gitmeye başlarlar. Sevdiğim bir sözcük var: “El elin eşeğini türkü çağırarak ararmış.” Yani biz birbirimizi anlarız. Bu ülke ne zaman barışçıl çığlıklar duymaya başlasa dışardan birileri saldırıya geçer. Çünkü her ülkenin, emperyalistlerin umudu var bu ülkeden. Verimli arazilerin var, yeraltı kaynakların var. Anlaşmalarla yıllar önce mahvetmişler zaten bizi adamlar. Biz bir bütün olup yeraltı kaynaklarımız kendimiz işlemeye başlarsak, değerlerimize sahip çıkarsak bir başkası bizi kontrole alamaz. Birleşik olmayı yakalayamadık biz. Ne zaman yakaladık? İşte darbeler oldu, insanları öteleştirdiler. Her iki tarafın aydınları yok oldu. Toplum pasifize oldu. Kendilerine göre aktif siyasetçiler ön plana çıktı. Misal Gezi olayında barışçıl bir olay için insanlar bir araya geldiler. Ama iki gece içinde her şey değişti. Benim çocuklarım da vardı. Çekilin, dedim. Çünkü ben çocuklarımı sokaktan aldım, ama sokağa bırakmam. Yani illa ki bir başkasının çocuğunu ötelemek gerekmiyor burada. Çocuğu kendi çocuğun gibi görürsen barışı o zaman yakalarsın. Önde oturanların çoğu anne babalardı ve arkadakiler de evlât. O düsturu yakalayabilmeli ki, bunda da din acayip büyük bir silâh bizim için. Barışa bununla ulaşacağımızı düşünüyorum. İnsanlar ülkeye genel olarak bakmaya başlarlarsa biz barışı zaten yakalarız.
Röportaj: N. Nur ENER / İstanbul