Prof. Dr. Ahmet Battal: “O menhus geceden yani 15 Temmuz kalkışmasından yedi sekiz gün sonra bir sabah baktık ki Kanunla kurulmuş bir kamu kurumu KHK ile kapatılmış ve bÜtün çalışanları damgalı işsiz ve bütün öğrencileri de damgalı sabıkalı öğrenci halinde tarumar edilmiş. Biz de böylece işsiz kaldık veya bırakıldık.”
Röportaj: Mehmet Kara-Adnan Solmaz
Ahmet Hocam, uzun bir hak arayışı sürecinden nihayet muvaffakiyetle çıktığınızı öğrendik. Hikayeniz nedir?
Evet. Uzun sürdü ama adalet yerini buldu. Aslında bu hikâye Anayasa mahkemesi eski üyesi ve eski dostumuz, büyüğümüz Prof. Dr. Sacid Adalı’nın da davetiyle 2011’de Gazi’den emekli olup Ankara Turgut Özal Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin kurucu kadrosuna geçmemizle başladı diyebiliriz.
Hikayenin Yeni Asya okuyucusunu bilhassa ilgilendiren yönü şu:
Gazi’de iken Yeni Asya’da haftada iki gün köşe yazısı yazıyorduk. Turgut Özal’a geçme konusundaki görüşmemizde kurucu Rektör Profesör Erol Oral’a sorduğumuz ilk soru şu oldu, ki kendisi AK Parti’nin kurucularındandır: “Gazi’de gerekirse Gazi’ye de, M. Kemal’e de, iktidara da muhalefet eden köşe yazıları yazabiliyoruz. Burada iken de iktidarı ya da Özal’ı eleştiren yazılar yazabilecek miyiz? Yazamayacaksak siz hiç davet etmemiş sayınız.” Karşılığında tereddütsüz “Evet, elbette” cevabı alınca rahatça Gazi’den emekli olup Turgut Özal’a geçtik.
Sacid Hocamın liderliğinde Fakültede iyi bir kadro kuruldu. Ankara’nın iyi hukuk fakültelerinden biri haline geldi. Güzel projeler de yaptık. Ama o menhus geceden yani 15 Temmuz kalkışmasından yedi sekiz gün sonra bir sabah baktık ki kanunla kurulmuş bir kamu kurumu KHK ile kapatılmış ve bütün çalışanları damgalı işsiz ve bütün öğrencileri de damgalı sabıkalı öğrenci halinde tarumar edilmiş. Biz de böylece işsiz kaldık veya bırakıldık.
Boşta kalınca neler yaptınız?
Boş durmak çaresizlerin çaresidir derler. Elbette boş durmadık. Akademik çalışmalarımıza ve Yeni Asya’daki yazılarımıza devam ettik. Ayrıca müstear isimle de yazmaya başladık. Sık sık ziyaretler yaptık. Şehirlerarası seyahatleri daha sık ve daha uzun yaptık. Mesela haftada bir de olsa o eski güzel günleri yaşamak adına mahalledeki medresede konakladık. Köprü’ye ve genç yazar adaylarına olabildiğince daha fazla vakit ayırmaya çalıştık. Ama bütün bunların yanında geriye üniversiteye dönmenin de yollarını aradık.
Hakkımızı aradık
Bulabildiniz mi?
Aradık. Hukuk mücadelesi de orada başladı zaten. YÖK Kanununda bir hüküm var: “Devlet üniversitelerinden kendi isteğiyle ayrılmış olanlar kadro şartı dahi aranmaksızın geriye üniversitelerine dönebilirler” diyor. Bu kura işimize yarar ve Gazi’ye döneriz diye umduk. Önce Gazi Üniversitesine başvurduk ve geri dönüş hakkımızı kullanmayı talep ettik. Ama o zamanki rektör, muhtemelen “…öcü” damgası yeme korkusundan olsa gerek, dilekçemizi işleme bile koymadı. Eski dostumuz bir rektör yardımcısı vasıtasıyla ve ısrarla randevu talep ettik ama rektör korkusunu sürdürdü. Zaten daha sonra duyduğumuza göre o rektör de yardımcısı da korkunun ecele ne kadar faydasının olduğunu bizzat yaşadıklarıyla görmüşler. Baktık ki başka çare kalmadı, dava açmaya karar verdik ve açtık. Davamız uzun sürdü.
Ama galiba bu uzun süreçte de boş durmadınız.
Akademisyen olarak görev yaparken birçok hukukçu gibi biz de uygulamadan kopmamak adına bilirkişilik yapıyorduk. Hem de dört yıl süren kısa süreli hakimlik mesleğinden sonra kendimizce adalete hizmete böylece katkı yapıyorduk.
Bilirkişilik işinde bizce saçma bir kural ve başka bazı yanlışlar bizi o işten de soğuttu.
Bu arada üniversiteden de koparılınca boşta kaldık ve hiç değilse avukatlık yaparak uygulamaya katkı yapalım dedik. Avukatlık ruhsatımızı aldık ve iki genç arkadaşımızla birlikte bir büro açıp, “bir gün inşallah döneriz” umudunu taşıdığımız üniversitenin hemen dibinde avukatlığa başladık.
Dava komedisi
Bu arada davanız ne oldu?
Dava oldukça uzun sürdü. Hatta bir komedi de şudur: O dönemde yargıya “hedef süre” uygulaması geldi. Herkes sandı ki davalar belli sürede mutlaka bitecek. Ama mahkemeler herkesi hayal kırıklığına uğrattı. Çünkü davalar eskisinden daha uzun sürmeye başladı.
Bizim dava da bu gidişattan nasibini aldı. Hatta Mahkeme önce çok saçma bir gerekçeyle davamızı reddetti. Bu arada üniversite ikiye bölündü ve bizim davamız Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesine karşı devam etti. İstinaf mahkemesi derdimizi dinledi, haklılığımızı anladı. Davamızın kabulüne karar verdi.
Ve sıra kararın uygulanmasına yani üniversiteye dönmeye geldi. Ama bir sürprizle daha karşı karşıya kaldık. Görünüşte kararı uygulayan Rektörlük, tuttu kadromuzu Ankara’nın 75 kilometre uzağındaki Polatlı’daki iki yıllık bir yüksek okula verdi.
Ne güzel işte, o öğrenciler de profesör görmüştür!
Doğru, genellikle asistan ya da öğretim görevlisi ile muhatap olabilen iki yıllık bir yüksek okuldaki öğrencilerin de profesörlerden ders almaya hakkı var elbette. Ama Türkiye şartlarında bu tam bir kaynak israfı. Yüksek lisans ve doktora dersi verebilecek bir hocayı ön lisansta istihdam etmek kabul edilebilir bir tercih değil.
Biz olaya yine iyi niyetli baktık. Dava ile dönmektense meseleyi ombudsman eliyle ve dostane bir usulle çözelim dedik.
Bu pek bilinmeyen ve kullanılmayan bir usul. İşin içine girince kullanılmama sebebini de anladık. Bir AKP icraatı olan ve kamu otoritelerini Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetleyen Kamu Denetçiliği Kurumuna başvurduk.
Hem Baş Denetçi Şeref Malkoç ve hem de ilgili Denetçi talebimizi ciddiye aldı. Dikkatle dinledi. Delilleri topladı. Sonuçta lehimize karar verdi ve böylece Hukuk Fakültesine dönmemizin yolu açıldı.
Rektörlük bu kararı da uygulamadı
Nihayet bu kere tamam, muradınıza erdiniz galiba?
Maalesef. Rektörlük bu kararı da uygulamadı. Bunun üzerine mecburen bir dava daha açtık. “Polatlı’daki bir yüksekokulda değil Hukuk Fakültesinde olmalıydık” dedik. Mahkeme davalı Rektörlüğün cevabını da aldıktan sonra oldukça ayrıntılı ve net bir gerekçeyle yürütmeyi durdurdu, talebimizi de kabul etti ve Bölge İdare Mahkemesi de bu kararları onayladı. Bu kararla birlikte hakkımızı almış olduğumuzu ve artık muradımıza ereceğimizi sandık.
Yine mi olmadı?
Maalesef. Rektörlük bu kere de bizi tuttu, Gölbaşı’ndaki Turizm Fakültesine verdi. Ama yılmadık. Bir dava daha açtık. Yürütmeyi durdurma ve hukuk Fakültesine atama istedik. Mahkeme bu sefer önceki kararların da katkısıyla bizi hemen haklı buldu, yürütmeyi durdurma kararı da verdi ve kararlar Bölge İdare Mahkemesinden de geçerek karar kesinleşti. Rektörlük bu sefer mecbur kaldı ve bizi Hukuk Fakültesinde göreve başlattı.
“Berlin’de hakimler var” doğrudur
Nihayet. Ne uzun bir yargılama hikayesi. Bu hikâyeden okuyucularımız ne ders çıkarmalılar?
Birincisi azmin elinden bir şey kurtulmaz. Azim ve sebat güzel şeydir. İkincisi adalete güvenmek ama dikkatli ve ısrarlı şekilde hak aramak lazım. Üçüncüsü “devlet yanlış yapmaz” yanlıştır ama “Berlin’de hakimler var” doğrudur.
Bu süreçte çevrenizin tutumu nasıldı?
Bu uzun ve yorucu dönemde çevremizin ikiye yarıldığını açıkça gördük. Bir kısım dostlar “haklısın hak aramaya devam et” dedi. Daha zayıf bir kısım dostlar “uzak durduk ama hakkını helal et, şartlar malum” dediler.
Buna karşılık “…öcü” damgasına özel önem ve değer veriyor izlenimi veren ama aslında korku belasına hareket ettiğini tahmin ettiğimiz bir kesim “eski dost” ise arayıp sormadı, adeta selamı sabahı kesti. O eski dostların bazıları bu süreç içinde şurada burada ve bilhassa akademik toplantılarda bizi gördüğünde kaçacak delik arar gibi davrandı.
Mesela Dicle Hukuktan bu yana tanıştığımız, birçok projede beraber çalıştığımız, bir zamana kadar ailecek de görüştüğümüz bir akademisyen dostumuz, ki bürokrasiye meraklıdır ve milletvekilliğine isteklidir, bu meselelerimizin hallinde kendisinden yardım rica ettiğimizde neredeyse telefonu suratımıza kapattı. Halbuki bizi Turgut Özal Üniversitesine refere edenlerden biri de oydu ve Fakültenin bütün faaliyetlerine aktif katılırdı. Ama korku işte… Karşılaşırsak kucaklaşmak isterim.
Bu süreçten siz ne dersler çıkardınız?
Elbette bizim yaşadıklarımız 15 Temmuz sürecinde ceza davasıyla muhatap olup tutuklananlar ya da haksız yere olduğu açıkça belli olarak ceza alanların ağır durumu yanında neredeyse konuşmaya değmeyecek kadar önemsiz şeyler. Ama elbette ders çıkardık ve çıkarmak da lazım.
Ümit ediyoruz ki bu dönemin bütün mağduriyetleri hukuk içinde ve daha fazla uzamadan giderilebilsin. Umuyoruz ki ders alınsın ve alabilelim. Bilhassa cemaat ve devlet ilişkilerinde, “olan” ile “olması gereken” arasındaki makasın nasıl kapanacağı hususunda bilhassa Ankara’daki eski-yeni bürokratlar ve akademisyenler olarak derse ihtiyacımız var. Devlet devletliğini bilmeli ve cemaat mensubu olmaya ya da olmamaya pozitif ya da negatif bir değer vermemeli. Cemaatler de cemaatliğini bilmeli ve devletin işine karışmaya kalkmamalı. Bürokrat ise demokratik siyasetin gereği olarak bir yarışa girmiş ve iktidara gelmiş olan siyasetçinin emrinden çıkmamalı.
Toplumsal muhalefetin akademik merkezleridir denilen üniversitelerin özgür ortamlar olabilmesi lazım. Gazi’de iken M. Kemal’i eleştirebilmek, Turgut Özal’da iken Özal’ı eleştirebilmek önemli ve kıymetli. Bakalım şimdi Hacı Bayram’da kimi nasıl eleştireceğiz? Birileri “ben Veli’yi temsil ediyorum, o halde ben de veliyim, eleştirilemez”im der mi der! Birileri de belki susar ve oturur! Ama biz hakkı tutup kaldırmalıyız.
Bir de kardeşlik hukukunu yeniden tesis edebilmemiz lazım. Ezberimiz açıktır: Aslolan dostluktur. Mü’min mü’mini sever ve sevmeli. Fenalığı için yalnız acır. Lütufla ve kavlileyyinle ıslahına çalışır. Tahakkümle değil. Zira tahakkümle ıslah olmaz. Devlet suçluya cezasını versin, o ayrı mesele, ama toplumun bütün tabakalarının birbiriyle helalleşmesi kıymetlidir ve güzeldir. “Ya beni sev ya ülkeyi terk et” demeye kimsenin hakkı yok.
İnancımızın da emridir, ümitliyiz. Yaşananlardan ders alabilirsek güzel günler gelecektir.