EVLENİP TÜRKİYE’YE YERLEŞTİKTEN SONRA MÜSLÜMAN OLAN JAPON VATANDAŞI TOKOMO İKEDA, MÜSLÜMAN ADIYLA HATİCE DEMİR, “SORULARIMA İSLÂMDA CEVAP BULDUM” DİYOR. RİSALE-İ NUR ESERLERİNDEN DE ÇOK ETKİLENDİĞNİ ANLATAN HATİCE DEMİR, ‘TABİAT RİSALESİ’Nİ DE JAPONCAYA ÇEVİREN İSİM OLDU.
RÖPORTAJ: Emine Sultan Çakır
Japonya’da tanıştığı Süleyman Demir’le evlendikten sonra Türkiye’ye yerleşen ve Müslüman olan Japon vatandaşı Tomoko İkeda, Risale-i Nur eserlerinden çok etkilendiğini söyledi. Tomoko İkeda ya da müslüman adıyla Hatice Demir’in annesi de geçtiğimiz günlerde Müslüman oldu. Hatice Demir, ihtida hikayesini Yeni Asya’ya anlattı.
Röportajın İkinci Bölümünü okumak için tıklayınız: Risale-i Nur’la stresi yendim
***
İlk olarak sizi tanıyabilir miyiz? Hatice Demir kimdir?
Türk vatandaşlığına geçmediğim için adım resmiyette Tomoko İkeda. Ama soranlara Hatice Demir diyorum. Japonum, 1974 doğumluyum. 1998’de Türkiye’ye geldim. Eşimle Japonya’da tanışmıştım. Eşim doktorasını yapıyordu, sonra bir şirkette çalışmaya başladı. Ben de okulumu bitirip çalışmaya başlamıştım. Ortak bir arkadaşımız vesilesiyle tanıştık. Japonya’dayken evlendik.
Eşinizle ilk tanıştığınızda Müslüman değildiniz. O zaman Müslümanlara bakış açınız nasıldı?
Eşim bana hiç karışmadı. Sadece “Bu dünyayı Yaratanın bir olduğuna inanır mısın?” dedi. Benim de küçüklükten beri aklımda hep böyle bir soru vardı. Arkadaşlarıma, anneme sorardım. Hiç cevap alamadığım bir soru: “Ben neden buradayım?” Hiç kimse soruma cevap vermedi, veremedi tabii. Kreşe giderken bile “Neden yani? Bu (hayat) ne?” diyordum. Tabii kitap da okudum çok. Özellikle psikolojiyle ilgili kitapları. Çünkü bu sorunun cevabı oralarda vardır diye düşündüm. Ama yoktu. Süleyman’la (eşim) tanıştığım zaman ona sorular soruyordum. Hayatımda ilk defa bir Müslüman görmüştüm. Ben kasaba gibi küçük bir yerde oturuyordum, orada yabancılar çok azdı. Müslüman terörist demekti, başka bir şey bilmiyordum. Bir de dört kişiyle evleneceklerini biliyordum, çünkü Sosyal Bilgiler dersinde bunu öğretiyorlardı. Terörist imajını ise medya sağlıyordu. Eşimle tanıştığımda bu meseleleri onunla konuştum. Aslında öyle olmadığını, İslamiyet’in barış dini olduğunu anladım. Kendisi Risaleleri okuduğu için benim “Neden buradayız?” soruma da ikna edici cevaplar verebilmişti. Kendisi küçük yaşta risaleleri okumuş. Lise ve üniversitede dershanelerde kalmıştı. Bilgisi vardı yani. Bir de eşimin duruşundan çok etkilendim. Mesela Japonlar gelecekleri hakkında endişeden titriyorlar, korkuyla yaşıyorlar. Kime sorsan yaşamak istemez, hasta olmak istemez. Bu korkutucu bir şeydir onlar için. Biz geleceğe çok endişeli bakarız normalde. Çünkü din yok Japonya’da, ne yapsınlar ki, normal aslında. Ama benim eşime sorarsan “Allah büyüktür” diyor. “Şimdiden bunları düşünmek boştur.” Çok mantıklı. Ama bunu bile düşünemiyorduk biz. Siz Müslümanlar için bu tür şeyler çok normal değil mi? Hele Risale okuyorsanız bunu anlıyorsunuz. Ama biz Japonlar için bu noktaya ulaşmak bile o kadar zor ki… Yani o düşünceye varamıyorsun.
Türkiye’ye gelirken hiç zorlandınız mı? Ne gibi şeylerle karşılaştınız?
Türkiye’ye gelirken çok zorlanmadım. Ama tabiî annem babam ilk başlarda çok hoş karşılamadı evlenmemi. Çünkü uzağa gidecektim, ailenin de tek kızıydım. Bir de okulu yeni bitirmişim. O yaşta evlenmek Japonlar için çok erken. Bizde kızlar otuz yaşına doğru evlenir. Ben 22 yaşımda evlendim.
Türkiye’ye geldiğim zaman Müslüman değildim henüz. Eşimin ailesi de dindar insanlardı. İlk başlarda bazı şeyler zor oldu tabiî. Hem Müslüman değilim, hem ilk defa gelmişim-gerçi daha önce gezmeye İstanbul’a gelmiştim, ama oturmak farklı bir şey-yeni bir ortam, eşim var… Hamileyken gelmiştim bir de. Yani benim için bayağı bayağı zordu. Fizikî olarak da iyi değildim, ilk defa doğum yapacaktım.
İSLÂM’A GİRİŞ SERÜVENİ
Peki bu gelişmelerden sonra sizin İslamiyet’e giriş serüveniniz nasıl gerçekleşti?
Ben İstanbul’a, Türkiye’ye geldiğim zaman çok stresliydim. Her gün “Ben niye geldim buraya?” diye arıyordum eşimi. Çünkü meselâ Japonya’dayken ben öğreten konumundaydım. Ama buraya geldikten sonra ben “hiçbir şey bilmeyen” oldum. Japonya’da kendimi hep danışman konumunda bulmuştum; arkadaş ortamında, iş olarak da danışmandım zaten, herkese yardım ediyordum. Ama buraya geldiğimde elim kolum bağlandı. Konuşmayı bile zar zor yapıyordum, Türkçe bilmiyordum henüz. Herkes bana bir şeyler öğretecekti, ben herkese bir şeyleri sormak zorundaydım. Bayağı kötü oldum. O sıkıntılı aylar bir şekilde geçti. Kendimi “Sen ezilecek insan değilsin, sen akıllı insansın, sen güç sahibisin” diye motive etmeye çalışıyordum, ama çok zordu. Sonra doğum yaptım. Çocuk sahibi olmak da insana başka bir pencere açıyor. İnsanın şefkat ve merhameti artıyor. Bir de sorumluluk alıyorsun tabiî. O bebeğe bakmak zorundasın. Bu da eklenince neredeyse patlama noktasına geldim. Çocuğa bakamıyordum. Bir de ben şımarık büyüdüm. Nereye gitmek istiyorsam gittim. Ne yapmak istiyorsam yaptım. Ama burada öyle değildi, sorumluluklarım artmıştı.
Bir heyet tarafından hazırlanan Japonca Kur’ân-ı Kerîm mealinin baş çevirmeni Ryoichi Mita (Müslüman adıyla, Ömer Mita)
Doğumdan sonra Japonya’ya gitmiştim. Dönüşte babamla birlikte döndük. O da görmek istedi İstanbul’u. O zamanlar hem bebeğim var, hem de kendimi hiç iyi hissetmiyordum. Bitkindim. Daha önce hayatımda hiç böyle bir şey yaşamamıştım. Önceden hep aktiftim, evde duramazdım. Buradaysa evden çıkamıyordum. Stres o kadar etkili oluyordu. Ama babam canı sıkıldığı için dışarı çıkıyordu.
Bir gün eve çok yakın bir yerde bir tekel bayiinde Japonca konuşan birisini buluyor babam. Canı sıkıldığı için her gün oraya gidiyor. Sonradan öğrendim ki o kişi işçi olarak Japonya’ya gitmiş, orada beş sene kadar kalmış. Onun için çat-pat Japonca biliyordu. İşte babam Japonya’ya gitmeden önceki son gün-aynı zamanda Yalova depreminden bir gün önce oluyor-bu adam Kur’ân’ın Japonca bir mealini hediye etmiş babama. Babam da gitmeden önce “Bu benden çok sana lâzımdır. Sen burada oturuyorsun. Her halde bu dini öğrenmen lazımdır” diyerek meali bana bıraktı. Ben de hiç istemiyordum. Babama da dedim “Yok yok. Sen oku” diye. Ama babam bırakıp gitti. Ben de bir çekmeceye koydum, kapattım. O sıralarda biraz da baskı vardı üzerimde “Neden Müslüman olmuyorsun? Bundan daha iyi din yoktur” diye. Risale derslerine götürüyorlardı beni. Ama ben çok sıkılıyordum, rahatsız oluyordum. Demek ki buradaki insanlar beni insan olarak değil, “Müslüman olmayan bir yabancı” olarak görüyordu. Neyse sonradan ben de dedim ki “Ben buradaki insanları beğenmiyorum” Tabii o zamanki ben, tersten bakıyordu olaylara. Her şeye tersten baktığım için öyle dedim; “Bu insanlarda bir yanlış var. Madem benim Müslüman olmamı bu kadar istiyorlar. Benim de onlara neden Müslüman olmadığımı söylemem lâzım. O yüzden öğreneceğim İslâmiyet’i.” Aslında ters bir fikirle öğrenmeye başladım yani.
ZAHMETİN NETİCESİ RAHMET
Ara sıra bakıyordum Kur’ân mealine. Baktığım meal de çok kıymetli bir mealmiş. Bir grup Japon Arapça’yı öğrenmişler, 1963 yılında Mekke’ye giderek Japonca bir Kur’ân meali yazabilmek için iki sene boyunca Kabe’de sabah namazından sonra Pakistanlı bir âlimden ders almışlar. Daha sonra o alimin vefat etmesi üzerine bu çalışma yarıda kalmış, ancak 1972 senesinde tamamlanıp kitap haline getirilmiş. Bu meal, bundan sonra çıkan meallere temel taşı olmuş çok kıymetli bir meal. O zamanlar bir grup Japon’un böyle bir şey yapabilmiş olması çok zor. Ama o zahmetin neticesi rahmet oluyor. Ben ara sıra rastgele açıp okumaya başladım bu meali. Sonra “Burada yazılan İslamiyet, benim tahmin ettiğim gibi bir İslamiyet değil” dedim ve kitabı baştan sona kadar okumaya karar verdim. Kalem tutarak okuyordum meali. Beni en çok etkileyen ayetlere işaret koyuyordum.
O sıralarda benim tasavvur ettiğim bir “yaratıcı” vardı. Kur’ân’ı okumadan önce ona dua ettim; “Ben bu meali baştan sona kadar okuyacağım, eğer bu Kur’ân Senin yazdırdığın bir şeyse benim kalbimi açarsın.” Bu duayla başladım okumaya. Fatiha’dan başladım ya, Fatiha’dan etkilendim.
Bu sûrenin hangi yönü sizi etkiledi?
Seni hangi yönü etkiledi diyorsun, yani bu sizin için normal değil mi? Allah’ın bizi yarattığını bile bilmiyorduk biz. İşte bundan etkilendim. Demek ki başıboş değilmişiz, demek ki Yaratıcının bir amacı vardır. İşte bundan etkilendim... Demek ki doğru yol varmış, o zaman yanlış yol da varmış. Zaten Fatiha’yı okudum, ağladım. Sonra Bakara’dan devam ettim. Bu surede de beni ağlatan çok ayetler vardır.
Sizi en çok etkileyen ayetlerden örnek verebilir misiniz?
Meselâ “İnsan zayıf yaratılmıştır (Nisa: 28)” ayeti. Bunu okuduğum zaman var ya, sanki kalbime bir şey oldu. Kalbim çözüldü. Hıçkıra hıçkıra ağladım. Kendimi hiç tutamadım. Ama sizin için normal değil mi? Neyine ağlayacaksın burada?
Ama benim zamanımda yetişen Japonlar hep Batı felsefesiyle yetiştirilmişti. Yani “Sen yapabilirsin” ideolojisiyle. Burada, Türkiye’de de var öyle değil mi? “İstediğin her şeyi yapabilirsin” düşüncesi. Bu düşünce bizi çok yıpratıyordu aslında. Ben çocuğuma bakıyordum ya meselâ, kendimi çok yetersiz hissettim o zaman. Çünkü çocuk ağlıyor, ben ne yapacağımı bilemiyorum. Kendimi ne kadar güçsüz hissetmiştim o zaman. Böyle durumlar çok rahatsız ediyordu beni. Benim gururum, her şey yıkıldı ben Türkiye’ye geldiğimde. Çok kibirli bir insandım. O kibirle ayakta duruyordum. Halbuki niçin kibirleniyordum ki, bende ne vardı? Hiçbir şey yoktu. Ama ayakta durmak için kibirlenmekten başka bir yol yoktu. Tabii ben böyle olmayı seçmiştim, başkası nasıldı bilemem.
DUÂ ETMEDEN YAŞAMAK ZORDU
Sonra bu tür âyetler okuyunca “Aa, demek ben zayıf yaratılmışım. Demek ki ben zayıf olduğumu kabul ederek bu hayatımı kolaylaştırabilirim. Çünkü zayıf olduğum için Allah yardım edecek.” diye düşünmeye başladım. Böyle bir düşüncem yoktu daha önce. Gerçi bizde de Tanrı düşüncesi vardı. Meselâ bir şey istediğinde tapınağa gidip dua edebiliyordun bu dünya için. Ben de tabi dua ediyordum. Çünkü zordu. Dua etmeden yaşamak çok zordu. Onun için dua ediyordum, ama sanki o zamanlarda ettiğim duâlar bencilce duâlardı, kendim için dua ediyordum. İnsan kibrini bıraktı mı, zayıflığını kabul etti mi o kadar hafifliyor ki…
Böyle âyetler çok rahatlattı beni. Mana ile bakmayı öğretti bana. Neden buradayız? Neden herkes ayrı bir hayat yaşıyor? Bunlar benim hep sorduğum sorulardı. Tüm bu sorularıma teker teker cevaplar geldi Kur’ân’dan. Cevap almadığım hiçbir sorum kalmadı. O Kur’ân mealini okuduğum süreçte-yaklaşık bir, bir buçuk yılda bitirdim-ben sanki Allah’la konuşuyordum. Soru soruyor, “Ben bunu anlamadım” diyordum. Cevap Kur’ân’da çıkıyordu. Hep böyle oldu. İnsanın dertleri ve soruları hiç bitmez değil mi, işte sorularımın cevabını onda buluyordum.
Giderek Kur’ân’ın sonuna gelmeye başladım. Şartlar aynıydı, ama gitgide hafifliyordum. Kendimi daha güvende hissetmeye başladım. Bu arada benim meal okuduğumu eşim bilmiyordu. Ümitlenmesin diye söylememiştim ona. Kitabın sonuna iyice yaklaştım, artık dua etmeye başladım. Çünkü korkuyorum da Müslüman olmaktan. Duâ ediyordum “Bana cesaret gönder. Ben korkuyorum” diye. Müslüman olmak; günde beş vakit namaz, oruç, tesettür… Benim yetiştiğim şartlara göre çok çok farklı şeyler bunlar. Hem korku yaşıyorum, hem de sevinç yaşıyorum. Çünkü eskiden beri sorduğum sorulara cevap buluyordum.
Bunu bildiğim zaman şartlar benim için çok da önemli olmaz oldu. Yine problemlerim vardı, ama kafama takmaz oldum. Yine çocuk bakmak çok zordu, ama başka bir bakışla bakıyordum artık olaylara. Sonra Ramazan geldi, artık sona çok yaklaşmıştım. “Artık yaklaşıyor. Ne yapacağım?!” diyordum. Tabiî duâ ede ede okuyorum. Ramazan’ı da eskiden beri severdim. Ramazan’ın havası çok hoşuma giderdi. Herkes oruç tutuyor, herkesin ruhunda bir sakinlik var… Pideyi ve pide için kuyrukta beklemeyi de çok severdim. Ama insanlara katılamıyor olmanın üzüntüsü de vardı. Bir gün Süleyman’a dedim, “Acaba ben de oruç tutsam mı? Çok hoşuma gidiyor insanların bu hali.” Ama o tabiî benim bu sırada Kur’an okuduğumu, İslâm’a ısındığımı bilmiyor. “Hayır, hayır. Sen niye tutasın ki, Müslüman değilsin” dedi. Neyse “İyi” dedim, “Tutmayayım o zaman.” İyice sona doğru yaklaştım, ruh halim farklılaşmaya başladı. Korkuyordum, ama artık Müslüman olacağım diye de düşünüyordum. Fakat bekliyordum ki sonuna kadar okuyayım, öyle karar vereyim. Bir taraftan da ailem için üzüntü yaşıyordum. Öyle iyi insanlar var, arkadaşlarım, aile ve akrabalarım Cehennem’e mi gidecekti? Kur’ân’da öyle yazıyordu. Onlara acıyordum. Daha çok anneme acıyor, çok üzülüyordum. Daha Müslüman olmadan önce yine o Ramazan’da bir rüya gördüm. O zamanlar çok rüya görüyordum. Allah bu şekilde korkularıma, üzüntülerime karşı “Üzülmene, korkmana gerek yok” diyerek yardım ediyordu.
Artık bundan sonra ne görsem ağlama tutuyordu beni. Meselâ yolda yürürken küçük bir çiçek görüyordum, kendimi tutamayıp, ağlamaya başlıyordum. Ne görsem ağlıyordum. Neyse, o gün Kur’ân’ı bitirdim. Meğerse Kadir gecesiymiş. Süleyman’ı çağırdım, “Bir gelir misin?” dedim. “Ben sana söylemedim ama Kur’ân’ın bu Japonca mealini baştan sona okudum. Şimdi bitti. Ben Müslüman olmaya karar verdim.”
Süleyman ağlamaya başladı. Ben ilk kez gördüm onun ağlamasını. Ondan sonra da görmedim bir daha. Sonrasında Kelime-i Şehadet getirdim, Müslüman olmuş oldum o gün. Ertesi günden başlayarak da üç gün oruç tuttum. Bu şekilde Müslüman olabilmem için Allah her taraftan bana yardım gönderdi. Elhamdülillah.