"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Bir merhamet devrimine her zamankinden fazla ihtiyacımız var!

05 Ağustos 2015, Çarşamba 12:22
Modernleşme, şehirleşme, finans kapitalizmi ve endüstri kapitalizmi ile beraber bir acısızlaşma da sükûn etti. Yaşadıklarımıza bakarak diyebiliriz ki, toplumumuzda acil ihtiyaçlarımızdan bir tanesi “Merhamet”tir.

Yaşamakta olduğumuz dönemlerin belki de en büyük sorunlarından biridir “Merhamet Yoksunluğu”. İnanç ve merhamete dair fıtrî ve öğretilmiş duyuşların geride kaldığı, benmerkezci bir hayat şeklinin hüküm sürdüğü zamanlardayız artık. Zihnimizi, kalbimizi ve ruhumuzu ciddî anlamda hırpalayan hemen hemen her gün şahit olduğumuz, birbiri ardına gelen vahim olaylar sebebiyle “Merhamet” duygumuzu sorgulama derecesine gelmiş olmak ise, insanlık adına ayrıca bir üzüntü sebebi. Her şeye rağmen, ümitvar olarak insanın insana, insanın tabiata, insanın bütün mevcudata “Merhamet” ile dokunması gerektiği inancındayız. “İslâm dini merhamet dinidir” cümlesinin muhatabı olan gönüllerin önce insanî, devamında da inandığı din anlamında yükümlüğü biraz daha fazladır! Bu yükümlülüğün fazlası ile bilincinde olan, yaşanan olaylara karşı duyarsız kalmayan M. Ü. Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Kemal Sayar ve Araştırma Görevlisi, yazar Alperen Manisalıgil ortak bir çalışma olan “Merhamet Devrimi” kitabını kaleme aldılar. “Merhamet Devrimi” kitabının kaleme alınış sebeplerini ve günümüzdeki problemlerimizi psikiyatrist-psikoterapist Prof. Dr. Kemal Sayar ile konuştuk.

“YERYÜZÜNÜN MAZLÛMLARINA” İTHAF...

“Merhamet” anlamında oldukça hassas bir toplum olduğumuzu düşünür ve bu konuda kendimize güveniriz. Buna rağmen, Merhamet etme/edilme noktasındaki sıkıntılarımızı, son zamanlarda yaşadığımız olaylardan ve olayların gelişme şekillerinden okuyabiliyoruz maalesef ki. Sizi, “Merhamet Devrimi” kitabını yazmaya sevk eden başlıca sebepler neydi? 

Türkiye’nin son dönemlerde yaşadığı vahşi cinayetler, toplumsal körleşme ve sağırlaşma, insanların birbirine karşı hoyratça tutumları, çok kolaylıkla sahiplenebilmeleri ve bunu göstermeleri, nezaketin giderek hayatlarımızdan kaybolması ve kaba bir dilin insan ilişkilerine, spor diline, siyaset diline çok kolay bir şekilde sirayet edebilmesi... Bu saydıklarımız neticesinde toplumumuzda acil ihtiyaçlarımızdan bir tanesinin “Merhamet” olduğunu görüyoruz. Bizler hep böyle değildik elbette ki! Merhametin hüküm ferma olduğu zamanlarda da yaşadı toplumlarımız. Ancak, modernleşme, şehirleşme, finans kapitalizmi ve endüstri kapitalizmi ile beraber bir acısızlaşma da sükûn etti. Ayağımızı sağlam değerlere basamadığımız, o değerlere kendimizi istinat edemediğimiz zaman, merhametsizlik de çok kolaylıkla hayatımıza katılabiliyor. İnsanlar merhametsiz olduklarında karşılarındaki varlığı bir nesne bir obje olarak algılıyorlar. Yakın zamanda çok cici bir kızımızı hunharca bir cinayete kurban verdik. Katilin ifadelerini okuduğunuz ve beyanlarını dinlediğiniz zaman karşısındaki insana hiçbir surette kıymet vermediğini, o insanı bir nesne, kendi amaçlarına matuf bir taş, bir obje bir eşya gibi algıladığını görüyorsunuz. Martin Buber isminde bir filozof, insanın insan ile kurduğu ilişkiyi iki ana kategoride ele alıyor. Bunlardan bir tanesi “ben-sen” ilişkisi, bir diğeri de “ben-şey” ilişkisi. Bu ayrımın önemli olduğunu düşünüyorum. Muhatabımızla ya onun varlığını, biricikliğini teyit eden, onu öne çıkaran, ona kıymet verdiğimizi hissettiren manalı bir ilişki kuruyoruz ya da onu şeyleştiriyor, objeleştiriyoruz! Onu, bizim üzerimize tesiri olmayacak, fakat sadece bize biat etmekle, bize boyun eğmekle bir varlık ifade edebilecek bir alt kategoriye yerleştiriyoruz. İnsandan insana giden kötülüğün çoğu, maalesef böyle bir zihniyetten kaynaklanıyor. Ünlü Avusturyalı yazar Ingeborg Bachmann yıllar önce; “İnsanın insana yaptığı baskı en büyük faşizmdir. Faşizm, iki insan arasındaki ilişkide başlar” demişti. Buradaki “Faşizm” kelimesini alın “merhametsizlik ve zulüm” kelimesini oraya koyun. Ailede merhametsizlik, kocanın karısına, kadının da kocasına zalimliği şeklinde başlıyor ve daha sonra ebeveynlerin çocuklara karşı merhametsizliği şeklinde devam ediyor. Mahallede merhametsizlik, ötekinin acısına bigâne kalmak olarak kendisini gösteriyor. Şehirde merhametsizlik, yoksulların görülmemesi, yoksullara hiçbir yardım elinin uzatılamaması, evsizlerin olması, biz tok yatarken aç yatan insanların bulunması şeklinde tezahür ediyor. Ülke bazında merhametsizlik, sosyal adaletsizlik şeklinde tecelli edebiliyor. Ülkeler bazında merhametsizlik ise, bazı ülkelerin başka ülkeleri sömürebilmesi, bazı ülkelerin her dediği emir kabul edilerek başka ülkelerin dünya siyasetinde hiç sesinin çıkmaması olabiliyor. Filistin problemini, Suriye savaşını akılımıza getirecek olursak, insanların vatanlarından edilmesi ve yaşama haklarının gasp edilmesi şeklinde kendisini gösterebiliyor!.. Mikro ölçekte başlayan bir merhametsizlik dalga dalga yayılarak makro boyutlara varıyor ve her alana yansıyor. Daha global, herkesi ilgilendiren düzeyde bir merhametsizlik ise, Allah’ın bize bir bağış olarak verdiği kâinata, tabiata haksızlık etmek, kirletme, tahrip etmek, yok etmek şeklinde kendini gösteriyor. Dolayısıyla, merhametsizlik her yerde! Bizim, bir “Merhamet Devrimi” yaparak bu merhametsizliğin ilâcını bulmaya gayret etmemiz lâzım. 

“MERHAMETİ DİRİLTMEK İÇİN KADİM BİLGELİĞE YENİDEN MÜRACAAT ETMEMİZ LÂZIM” 

İfadelerinize göre merhamet yoksunluğu, en küçük yaş birimi olan bebeklikten başlayarak ve dalga dalga genişleyerek devam ediyor aslında. Daha önceki dönemlere bakıldığı zaman “Merhamet” çok el üstünde tutulan bir yaşama şekli, hayatımızın her bölümüne yansımış bir duygu, bir hissiyat ve dönüşümünde fiiliyattı belki de! Bu duyuşu kaybetmemize vesile olan etkenler nelerdi? Neden bu kadara merhametten yoksunlaştık biz?

Şairin bir dizesi var; “Biz büyüdük ve kirlendi dünya.” Dünya giderek daha materyalist bir yönde gelişiyor. Maddî ilişkiler mânâ ilişkilerinin yerini tutuyor. Bize “hak” olarak dayatılan şeyler, kaba gücün yükselişi ve maddî değerlerin asla manevî değerler tarafından ikame edilemeyeceği düşüncesi oluyor. Aslında bizler, modernlik çağından beri yoğun ve ağır bir propagandanın tesiri altındayız. O propaganda bize; “İnsan özü itibariyle zalim bir varlıktır, insan insanın kurdudur. İnsan ancak bir başkasına zalimlik ederek ayakta kalabilir” diyor. Buna kabaca “Sosyal Darwinizm” de diyebiliriz. Yani güçlü olan ayakta kalır, güçsüz olan ezilir gider. “O halde sende ayakta kalmak istiyorsan diğerine karşı kaba güç uygula, üzerine çık ve kendi hükümranlığını ilân et” diyen bir anlayış. Bu anlayışın biyolojideki karşılığını Charles Darwin de, ekonomideki karşılığını da Adam Smith de görüyoruz. Ekonomide bu kişi rasyonel insandır. Kendi çıkarları için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyecek insandır. Tamahkârlık dediğimiz ve kınadığımız günah, bugün girişimcilik adını aldı. Geçmişte ‘kibir’ diyerek kınadığımız şey, bugün kendine güven-özgüven olarak anlaşılabiliyor. Düşüncede bir sapma bir farklılaşma görüyorsunuz. İnanın menfaatinin öncelendiği, bencil güdülerinin kamçılandığı, insanın mümkün olduğunca kendini düşündüğü, etrafını düşünmediği, kamusal iyinin görmezden gelindiği ve bireysel bencilce isteklerin hep ön plana alındığı bir zihin yapısına doğru savrulduğumuzu görüyorsunuz! Dünyamızı kirleten en temel şey işte bu zihinsel geri gidiş bana göre. Zihinsel irtica diyebilirim buna. Oysa ki pek çok canlı birbiriyle işbirliği halinde, birbirine destek olarak su, yiyecek taşıyarak, birbirlerine koruma vaat ederek ayakta kalabiliyorlar. Bizim, merhameti diriltmek için kadim bilgeliğe yeniden müracaat etmemiz lâzım. Çünkü “modernite” bize bir sapma, insanlık tarihinden bir ayırma sunuyor. Bu ayrılmada da bize “İnsan insana yurt değildir, insan insana sığınak değildir. İnsan insana düşmandır. Kendini kolla, kendini ezdirme, hatta ez, yok et. Önemli olan sensin!” diyor. Maalesef ki bu tür bir bencillik şırınga ediliyor. 

“SORGULANMAYAN BİR HAYAT YAŞANMAYA DEĞMEZ” Aristo 

Bu bencillik, bu zihniyet, bu düşünce yapısı hangi güçler tarafından empoze ediliyor ve biz bunu -aslında biraz da itirazsız- kabul edip artık hayata dökmeye başlıyoruz? 

Bunlar reklâmcılığın, kapitalizm ideolojisinin görünmez marifetleridir rüzgârlarıdır. Geçtiğimiz günlerde Joseph Stiglitz’in “Ben Kapilazmim” diye başlayan bir yazısını sosyal medyada kendi sayfamda paylaşmıştım. Diyor ki; “Ben kapitalizmim! Size Barby Bebek satarım. Sizi, vücutlarınızın olduğundan daha şişman olduğuna ve diyet endüstrisine gitmeniz gerektiğine inandırırım. Ben kapitalizmim! Giyindiğiniz tişörtü üreten fabrikada çalışan Taylandlı bir işçinin giymesi mümkün değildir. Bunun için aylarca çalışması gerekir....” Böyle madde madde sıralıyor. Günlük hayat içinde o kadar görünmez kuvvetlere maruz kalıyoruz, o kadar baştan çıkarılıyoruz ve iğfal ediliyoruz ki! Başta reklâmcılık, sonra siyasal propaganda, daha sonra da küresel propaganda tarafından... Bizler kendi yerimize düşünemiyoruz ve sorgulayamıyoruz. Sorgulamadığımız sürece de birilerinin oyuncağı olmaktan kurtulamıyoruz. Global pop kültürü bize sürekli neyin doğru neyin yanlış olduğunu bir bombardıman halinde vaaz ediyor. Reklâmcılık endüstrisi, moda endüstrisi, estetik-kozmetik endüstrisi, yani anestezi çağı olarak isimlendirdiğim geçmiş çağın bütün o uyuşturucuları bize neyin doğru neyin yanlış olduğunu hep söylüyorlar. Bu, çoğu zaman bize bir mal aldırmaya dönük bir propagandaya da dönüşür ve bir tüketim tarikatı oluşturulur. İnsanlar, içlerindeki boşluğu koşarak bu yerlerde doldurmaya gayret ederler. İnsanın bu görünmez kuvvetlere direnebilmesi için sürekli kendini sorguladığı, kendini sigaya çektiği bir ömrü olması lâzım. “Sorgulanmayan bir hayat yaşanmaya değmez” diyor Aristo. 

“MERHAMETTE BİR LÜTUFKÂRLIK YOKTUR!”

Merhamet öğrenilebilen bir duygu mudur? Örnekte de olduğu gibi çocukluk yaşlarında mı başlamalıyız öğretmeye?

Sosyal psikolojinin en çok üzerinde durduğu konulardan bir tanesi de bu öğrenme konusudur. İyiyi de kötüyü de öğreniriz. Etrafımızda çok fazla olumsuz olay varsa kötüyü içselleştiririz ve kötüyü hayatımızın mihver noktası yaparız. Eğer etrafımızda güzellik ve iyilik galip geliyorsa iyiliği öğreniriz, iyiliği tedris ederiz. Biz büyükler çocuklara merhametli davranışı öğrettiğimiz zaman -çocuklar zaten fıtratları gereği iyiye ve merhamete yatkın olduklarından- hızlı bir şekilde onu alacaklardır. “Merhamet Devrimi” kitabında erken yaşlarda yapılmış çok sayıda deneyden bahsettim. Kültürel şartlanmalar ortaya çıkmazsızın dahi çocuklar iyi olanı seçiyorlar. Biz “Merhameti” öğretmiyoruz aslında merhameti geri kazandırıyoruz. Zaten merhameti ayarlı bir kalbi, yeniden merhamete döndürmüş oluyoruz. Anne ve baba merhametli davranırsa, okulda öğretmen merhametli davranırsa, camide imam merhamet örnekleri verirse, sosyal çevremizdeki insanlar bize merhametin ne kadar değerli bir duygu olduğunu geçirirlerse böylece bu duygu hepimize sirayet eder. Çocuklarımızı merhametin canlı örnekleriyle büyütmemiz lâzım. En önemli nokta ise bunu bir lütufkârlık olarak da yapmadığımızı görmeleri gerekiyor. 

“MERHAMET; BİR BAŞKASININ IZTIRABINI DUYMAYA HAZIR OLMAKTIR” 

Hızlı yaşama ve hızlı tüketimde, herkes bir şekilde var olma çabası gösteriyor. Bir insan, sorgulayan bir düşünce yapısına sahipse eğer, mutlaka ki kendindeki eksikliği fark edecektir... Daha hızlı ve net bir şekilde bu eksikliği nasıl fark ederiz Hocam?

Gürültücü egonun ani tatmin isteyen sabırsızlığına karşı, sessiz ego “sabır” ister. Narsizmin aksine insanın kendini daha iyi algılamasını sağlar. Egosunu sessize alan kişi, değişimler için daha fazla sorumluluk alır ve onları düzeltmeye çalışır. Herkes egosunu bir ölçüde sıfırlayabilse, herkes egosunu biraz sessize alabilse dünya çok daha güllük gülistanlık bir yer olacak. Egoyu sessize almam demek, muhatabımın sözlerini duymaya hazır olmam demek. Biz, çoğu zaman, benliklerimizin gürültüsünden muhatabımızın bize ne söylemek istediğini bir türlü anlayamıyoruz. Merhamet bir başkasının ıztırabını duymaya hazır olmaktır. Merhamet dünyanın bütün feryatlarını içine çekmeye hazır olmaktır. Merhamet bir başkası inlerken, ıztırap çekerken sırtını dönüp, ondan gözlerini kaçırmamaktır. Bunları yapmak da, onun acısını kendi acın bilmekle, onun acısının bizi harekete geçirmesiyle olur. Onun acısı bana ah-vah ettiriyor, fakat hâlâ yerimde tutuyorsa, onun acısını dindirmek için bir aksiyona geçmiyorsam, tam manası ile bir merhamet eğiliminde bulunmuş olmam. Merhamet için, her zaman harekete hazır bir kalbimizin olması lâzım. Bu sadece söz ile olacak bir şey değildir. Söz ile olana, ancak “sempati ve acıma” diyebiliriz. Ama “Merhamet” dediğimiz zaman, mutlaka içinde bir aksiyon, bir eylem barındırması lâzım. 

“BÜYÜK MİLLETLER ORTAK KAHRAMANLARI OLAN MİLLETLERDİR”

Çocuklarımıza ve gençlerimize merhameti ve güzellikleri gerçek anlamda anlatmak amacı ile çalışmalar yapılıyor mu ülkemizde? Film, çizgi film ya da diğer programlar bazında dikkatinizi çeken güzel örnekler var mı?

Tam aksine! Bu küresel sistemin ürettiği çizgi filmler bize adeta zalimliği öğütlüyor, şırınga ediyor. Çocuklarımıza, mutant yaratıkların, kötü kahramanların da galip gelebileceğini, dolayısıyla galip gelmek için iyi olmaya ihtiyaç bulunmadığını şırınga ediyorlar. Bu zihniyeti aşılıyorlar. Bunun çok tehlikeli bir şey olduğunu düşünüyorum. Bizler kendi çizgi filmlerimizi, kendi masallarımızı üretemiyor, çocuklarımıza aktaramıyoruz. Bizim, çocuklarımız açısından ekran karşısında geçirilen süreyi acilen azaltmaya çalışmamız lâzım. Birebir organik ilişkiyi bunun yerine koymamız lâzım. Kendi gönül medeniyetimizin kahramanlarını çocuklarımıza bir değer olarak aktarabilmemiz ve onlarla bir köprü kurabilmemiz lâzım. Çocuklarımız ile yüz yüze etkileşim kurarak kendi köklerimizi, kendi medeniyet tasavvurumuzu ve kendi değerlerimizi aktarabilmemiz gerekiyor. Bunu iyi yapamıyoruz! Bu ülkenin idealize edilecek büyük değerlerini okullarımızda, tedrisatımızda, maarifimizde de, örnek alınacak figürler olarak aktaramıyoruz biz çocuklarımıza. 

Liseyi bitiren Türkiyeli bir genç Hz. Mevlana’yı, Yunus Emre’yi bilerek bitirmeli. Hacı Bayram-ı Velî’yi bilerek okullardan mezun olmalı ve onlardan üç-beş dize söyleyebilmeli. Onlara ruhen bir yakınlık hissedebilmeli...Büyük milletler ortak kahramanları olan milletlerdir! İdeolojik ayrımlaşmalar insanları o kadar zehirliyor ki, ortak kahramanlarımız bile olamaz hale geldi. Bu toprağı mayalayan, gönlü ile irfanı ile bu topraklara koku veren, ses veren yüzlerce gönül ehli insanımız var bizim. Rical’ül Gayb (Gayb Erenleri) der eskiler... Biz onlara kıymet vermez, onları kendimize bir kutup yıldızı olarak görmez isek yönümüzü nasıl bulacağız? İşte böyle çölde yönünü şaşırmış insanlar gibi şaşkın kalıveriyoruz! Çocuklarımıza “merhamet” gibi, “adalet” gibi değerleri mutlaka aşılamamız lazım. Bunun için de en önce bizlerin bu değerleri hayatında baş tacı etmesi lazım tabi ki... 

“İNSAN, ÇOK KOLAY FİRAVUNLAŞMA İSTİDADI GÖSTEREN BİR VARLIK!”

“Merhamet Devrimi” kitabınızda evliliklerde merhamet, okullarda merhamet ve daha birçok alanda merhamet eğitiminden bahsetmişsiniz. Öğrenmek, anlamak ve gerçekten içselleştirmek! Bunu nasıl başaracağız Hocam?

“Anlamak için inan, inanmak için anla!” demiş Aurelius Augustinius. Bu söz bana çok güzel gelir. Teslim olmadan anlayamazsın, anlamadan da tam manasıyla inanmış olmazsın. Hepimizin, temizliğe ve put kırma işlemine kendi nefislerimizden başlaması lazım. Kendi nefislerimizi yücelttiğimiz ve kibir vasıtası kıldığımız her ne varsa oraları temizleyerek, kendi Lât, Menât ve Uzzâ’larımızı yıkarak başlamamız lazım. Çünkü kendi içindeki putları kırmayan bir insan, dışındaki putların esiri olmaktan kurtulamaz. Merhametin en büyük antitezi olarak kibri söyleyebilirim. Kibirli insan merhamet gösteremez. Çünkü kibirli insan kendisiyle başka insanı eşit düzlemde göremez. Merhameti kolaylaştıran en önemli şeylerden bir tanesi de işte bu eşitlik fikridir. Yeryüzünde hepimiz Allah’ın aciz kullarıyız. Birimizin derdi öbürümüzü de ilgilendirir. Bugün ben düşerim yarın o düşer. Hiç birimizin acı, ıstırap çekmeme gibi bir garantisi yok. Dünyanın malına mülküne sahip olabiliriz ama bir kanser hücresi bütün vücudumuzu kemirir ve hiçbir çare bulamayız. Dertte ortağız. Benim sahip olduğum kudret hiçbir zaman beni acizlikten ve fanilikten kurtarmaz. İşte “İnsan” çok kolay Firavunlaşma istidadı gösteren bir varlık! Kibir ile savaş, Firavunlaşmakla savaş anlamına gelir. İnsanın kendi nefsindeki Firavunlaşma eğilimiyle savaşması anlamına gelir!.. 

Röportaj: Melek ŞAFAK / [email protected]

Etiketler: melek şafak
Okunma Sayısı: 6984
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı