İşte, gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve
düşün ki, bu hurufatın kıymetini takdir etmeyenler ne de-
rece hadsiz bir hasarette olduğunu anla.
İşte, ramazan-ı şerif, âdeta bir ahiret ticareti için gayet
kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hâsılat için ga-
yet münbit bir zemindir. Ve neşvünema-i a’mal için, ba-
hardaki mâinisandır. saltanat-ı rububiyet-i İlâhiyeye kar-
şı ubudiyet-i beşeriyenin resmigeçit yapmasına en par-
lak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğun-
dan, yemek-içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hacatına
ve malâyani ve hevaperestâne müştehiyata girmemek
için, oruçla mükellef olmuş. güya muvakkaten hayvani-
yetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut ahiret ticareti-
ne girdiği için, dünyevî hacatını muvakkaten bırakmakla,
uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh va-
ziyetine girerek, savmı ile samediyete bir nevi âyinedar-
lık etmektir.
evet, ramazan-ı şerif, bu fânî dünyada, fânî ömür için-
de ve kısa bir hayatta bâkî bir ömür ve uzun bir hayat-ı
bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır. evet, bir tek rama-
zan, seksen sene bir ömür semeratını kazandırabilir.
leyle-i kadir ise, nass-ı kur’ân ile, bin aydan daha ha-
yırlı olduğu, bu sırra bir hüccet-i kàtıadır.
evet, nasıl ki bir padişah, müddet-i saltanatında, belki
her senede, ya cülûs-i hümayun namıyla veyahut başka
bir şaşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram
yapar. raiyetini o günde umumî kanunlar dairesinde de-
ğil, belki hususî ihsanatına ve perdesiz huzuruna ve has
âdeta:
sanki.
ahiret:
dünya hayatından sonra
başlayıp ebediyen devam edecek
olan ikinci hayat.
âyinedar:
ayna tutan, aynalık.
bâkî:
ebedî, daimî, sonsuz.
bayram:
neşe ve sevinç günü.
cilve-i saltanat:
saltanatının te-
cellisi, görüntüsü.
cülûs-i hümayun:
padişahın tah-
ta çıkışı.
daire:
belli sınır, ölçü, saha.
derece:
ölçü, aşama.
dünyevî hacat:
dünyaya ait ihti-
yaçlar.
ebedî:
sonu olmayan, sürekli.
fânî:
ölümlü, geçici.
gaflet:
Allah’tan uzaklaşıp nefsi-
nin arzularına dalmak, umursa-
mazlık, dikkatsizlik.
gayet:
son derece, çok.
güya:
sanki.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
has:
hususî, özel.
hasaret:
hasar, zarar.
hâsılat:
gelir, kazanç.
hayat-ı bâkiye:
sonsuz hayat,
ahiret hayatı.
hayvanî hacat:
hayvanî ihtiyaç-
lar.
hayvaniyet:
hayvanlık.
hevaperest:
haram lezzet ve he-
veslerin peşinde koşan.
hurufat:
harfler.
hususî:
özel.
hüccet-i kàtıa:
kesin delil.
hükmünde:
yerinde, değerinde.
ihsanat:
bağışlar, ikramlar, iyilik-
ler.
kâr:
fayda, kazanç.
kıymet:
değer.
kudsî:
mukaddes, kutlu, aziz; Al-
lah ile ilgili.
Leyle-i kadir:
Kadir gecesi.
ma-i Nisan:
Nisan yağmuru.
malâyani:
manasız, faydasız boş
şey.
mazhar:
bir şeyin çıktığı yer, zu-
hur ettiği, göründüğü yer.
melekiyet:
meleklik.
meşher:
sergi, gösterme yeri.
muvakkaten:
geçici olarak.
müddet-i saltanat:
saltanat sü-
resi, idare ve yönetim süresi.
mükellef:
vazifeli, görevli.
münbit:
verimli.
müştehiyat:
nefsin hoşuna giden
şeyler.
nam:
ad.
nass-ı kur’ân:
Kur’ân-ı Ke-
rîm’in kesin, şüpheye ihtimal
bırakmayan hükmü.
nefis:
kötü vasıfları kendisin-
de toplayan, hayırlı işlerden
alıkoyan güç.
neşvünema-i a’mal:
amelle-
rin yapılan iş ve ibadetlerin
yeşerip büyümesi.
nevi:
çeşit.
ömür:
hayat.
padişah:
sultan.
perde:
örtü.
raiyet:
halk.
Ramazan-ı Şerif:
mübarek,
şerefli Ramazan ayı.
resmigeçit:
geçit töreni.
ruh:
manevî varlık.
saltanat-ı rububiyet-i İlâhi-
ye:
idare ve terbiye edici Al-
lah’ın saltanatı, hâkimiyeti.
Samediyet:
her şeyin Allah’a
muhtaç olması, Allah’ın hiç
bir şeye muhtaç olmaması.
savm:
oruç.
semerat:
semereler, meyve-
ler.
sır:
gizli hakikat.
şaşaalı:
göz alıcı bir şekilde,
gösterişli.
takdir etmek:
değer vermek,
beğenmek.
tazammun:
içine alma, kap-
sama.
tecessüden:
beden hâline
gelerek.
tezahür etme:
ortaya çıkma,
görünme.
ubudiyet-i beşeriye:
insanla-
rın ibadet ve kullukları.
uhrevî:
ahirete ait, ahiret ha-
yatıyla ilgili.
umumî:
herkesle ait, genel.
vaziyet:
durum.
zemin:
yer.
Y
irmi
d
okuzuncu
m
ekTup
| 682 | Mektubat