Ve basit bir kumda ve basit bir suda rızıkları mükem-
mel bir surette verilen garip mahlûklardan ve hilkatleri
gayet muntazam hayvanat-ı bahriyeden, hususan bir ta-
nesi bir milyon yumurtacıkları ile denizleri şenlendiren ba-
lıklardan hiçbirisi yoktur ki, hilkatiyle ve vazifesiyle ve ida-
re ve iaşesiyle ve tedbir ve terbiyesiyle Yaratanına işaret
ve rezzak’ına şahadet etmesin.
Hem denizde, kıymettar, hasiyetli, ziynetli cevherler-
den hiçbirisi yoktur ki, güzel hilkatiyle ve cazibedar fıtra-
tıyla ve menfaatli hasiyetiyle seni tanımasın, bildirmesin.
evet, onlar birer birer şahadet ettikleri gibi, heyet-i
mecmuasıyla, beraberlik ve birbiri içinde karışmak ve sik-
ke-i hilkatte birlik ve icatça gayet kolay ve efratça gayet
çokluk noktalarından senin vahdetine şahadet ettikleri gi-
bi; arzı, toprağıyla beraber bu küre-i arzı kuşatan muhit
denizlerini muallâkta durdurmak ve dökmeden ve dağıt-
madan güneşin etrafında gezdirmek ve toprağı istilâ et-
tirmemek; ve basit kumundan ve suyundan, mütenevvi
ve muntazam hayvanatını ve cevherlerini halk etmek; ve
erzak ve sair umurlarını küllî ve tam bir surette idare et-
mek ve tedbirlerini görmek; ve yüzünde bulunmak lâzım
gelen hadsiz cenazelerinden hiçbirisi bulunmamak nok-
talarından, senin varlığına ve Vacibü’l-Vücud olduğuna,
mevcudatı adedince işaretler ederek şahadet eder.
Ve senin saltanat-ı rububiyetinin haşmetine ve her şe-
ye muhit olan kudretinin azametine pek zahir delâlet
arz:
yer, yeryüzü.
azamet:
büyüklük.
cazibedar:
çekici.
cenaze:
ölü, ölü beden.
cevher:
kıymetli taş.
delâlet:
delil olmak, göstermek
efrat:
fertler, bireyler.
erzak:
rızıklar, yiyecekler.
fıtrat:
yaratılış.
garip:
hayret veren, şaşırtıcı .
gayet:
son derece, çok.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
halk etmek:
yaratmak.
hasiyet:
özellik.
haşmet:
heybet, büyüklük.
hayvanat-ı bahriye:
deniz hay-
vanları.
hey’et-i mecmua:
bir şeyin ta-
mamı, parçalarına bakılmaksızın
bir bütün olarak görünüşü.
hilkat:
yaratılış, yapı.
hususan:
özellikle.
iaşe:
beslenme, yedirilip içirilme.
icat:
vücuda getirmek, yoktan ya-
ratmak.
idare:
yönetilme, çekip çevirilme.
istilâ etmek:
kaplamak, yayılmak.
kıymettar:
kıymetli, değerli.
kudret:
güç, kuvvet.
m
ÜnacaT
| 974 | Lem’aLar
küllî:
umumî, bütün; hepsi, ta-
mamı.
küre-i arz:
yer küre; dünya.
lâzım:
gerekli.
mahlûk:
yaratık, yaratılmış.
menfaat:
fayda.
mevcudat:
yaratılmış şeylerin
tamamı, varlıklar.
muallâk:
boşlukta, asılı.
muhit:
her tarafı kuşatan.
muntazam:
düzenli, intizamlı.
mükemmel:
eksiksiz, kusur-
suz.
mütenevvi:
çeşit çeşit, farklı.
rezzak:
bütün yaratılmışların
çeşit çeşit rızıklarını veren ve
ihtiyaçlarını karşılayan Allah.
rızık:
Allah’ın verdiği ve ihsan
ettiği nimetler, yiyecekler.
sair:
diğer, başka.
saltanat-ı rububiyet:
bütün
varlıkları, besleyen, yetiştiren,
uyum içinde sevk ve idare
eden Allah’ın bütün varlıkları
kuşatan saltanatı, hâkimiyeti.
sikke-i hilkat:
yaratılış mührü,
damgası.
suret:
şekil, biçim.
şahadet:
şahitlik, tanıklık.
tedbir:
idare etmek, çekip çe-
virmek, yönetmek.
terbiye:
eğitme, beslenme,
yetiştirilme, büyütülme.
umur:
işler.
Vacibü’l-Vücut:
varlığı zorunlu
ve gerekli olan ve yokluğu dü-
şünülemeyen; varlığı Zatî,
ezelî, ebedî olup vücut taba-
kalarının en sağlamı, en kuv-
vetlisi, en esaslısı ve en mü-
kemmeli olan Allah.
vahdet:
birlik.
vazife:
görev.
zahir:
görünür, açık.
ziynet:
süs.