evet, aks-i sedasını her bir asır işitiyor. evet, nısf-ı arz
onun nur-i hidayetiyle doldu, hums-i beşer sıbga-i sema-
vîsiyle sıbgalandı. Ve 1350 seneden beri devam eden sal-
tanat-ı maneviyesinde, her zamanda 350 milyon münte-
sibi bulunan sadık ve mutî raiyeti üzerinde, nefis ve kalb
ve ruh ve akıllarının seyyid ve sultanlarının evamirine ke-
mal-i inkıyadıyla, zahiren ve bâtınen hükmediyor.
• Hem öyle bir ciddiyetle davet ve öyle esaslı bir suret-
te terbiye eder ki, düsturlarını asırların cephesinde ve ak-
târın taşlarında nakşediyor ve dehirlerin yüzlerinde payi-
dar ediyor.
• Hem, fevkalâde zühdü ve istiğnası ve dünyanın fânî
müzeyyenatına adem-i tenezzülü şahadet eder ki, tebliğ
ettiği ahkâmın sağlamlığına nihayet derecede bir vüsuk
ve güvenle söylüyor ve davet ediyor.
• Hem, bütün tarih-i hayatı ve siyer-i seniyesi şahadet
eder ki, o nihayet derecede bir itminan ve vüsuk ile dava
ediyor.
• Hem, dost düşman herkesin ittifakıyla, getirdiği dine
herkesten ziyade itaati ve Hâlık’ına karşı herkesten ziyade
ubudiyeti ve menhiyata karşı herkesten ziyade takvası
gösterir ki, o, nihayet derecede bir kuvvet-i iman ile,
kat’iyetle, mükerreren ve mütemadiyen
(1)
*G s
’p
G n
¬ '
dp
G n
’ o
¬s
`fn
G r
ºn
? r
YÉn
a
der, vahdaniyeti ilân ediyor.
• Hem elindeki Furkan-ı Hakîm dahi, onun şahadet et-
tiği zatın vücub-i vücuduna dellâllık ediyor, o zat-ı Vaci-
bü’l-Vücud’un sıfât-ı celâl ve cemal ve kemalini tasrih
Lem’aLar | 817 |
Y
irmi
d
okuzuncu
l
em
’
a
samimî olan.
saltanat-ı manevîye:
manevî sal-
tanat, insanların görünen ve gö-
rünmeyen yönlerine hükmeden
sultan, peygamber efendimizin
hem fizikî hem de ruhî bakımdan
hükmedici olması.
seyyid:
efendi, reis, .
sıbga:
boya.
sıbga-i semavî:
semavî, manevî
âlemlerden gelen boya.
sıfât-ı celâl:
Cenab-ı Hakkın bü-
yüklük ve heybetlilik manalarında
olan celâl sıfâtı.
siyer-i seniye:
sena edilen gidişat,
Peygamber efendimizin yüksek
ahlâk tavır ve hâl, davranış ve uy-
gulamaları.
Sultan:
padişah, hükümdar.
suret:
biçim.
şahadet:
şahitlik, tanıklık.
takva:
Allah’tan korkma, Allah
korkusuyla dinin yasak ettiği şey-
lerden kaçınma.
tarih-i hayat:
hayat tarihi.
tasrih etmek:
bildirmek, açıkça
anlatmak.
tebliğ:
ulaştırmak, bildirmek.
terbiye:
yetiştirme, besleyip bü-
yütme, eğitme.
ubudiyet:
kulluk, itaat, bağlılık, sa-
mimiyet, kul olduğunu bilip Al-
lah’a ibadet etme.
vahdaniyet:
Allah’ın birliği ve var-
lığı, Allah’ın bir tek ve benzersiz
oluşu.
vücub-i vücut:
olmaması imkân-
sız olmak, varlığı zorunlu ve şart
olmak, vazgeçilmez olmak.
vüsuk:
sağlam inanç, güven, iti-
mat.
zahiren:
görünüşte, görünüşe
göre.
Zat:
azamet ve ululuk sahibi Al-
lah.
Zat-ı Vacibü’l-Vücut:
varlığı mut-
laka gerekli olan zat, Cenab-ı Al-
lah.
ziyade:
artan, çok, bol, fazla.
zühd:
nefsî ve dünyevî arzuları
terk etme, Allah korkusuyla gü-
nahlardan kaçınıp vaktini ibadetle
geçirme, takva.
itminan:
inanma, tam olarak
bilme.
ittifak:
birleşme, birlik.
kat’iyet:
kesinlik, şüphesizlik.
kemal:
mükemmellik, kusur-
suz, tam ve eksiksiz olma.
kemal-i inkıyat:
mükemmel
ve kusursuz boyun eğme.
kuvvet-i iman:
iman kuvveti.
menhiyat:
dince yasak edilen-
ler, haramlar.
mutî:
itaat eden, boyun eğen,
uyan.
mükerreren:
tekrar olarak,
defalarca.
müntesip:
intisap etmiş, bağ-
lanmış.
mütemadiyen:
sürekli olarak,
devamlı olarak.
müzeyyenat:
süslenmiş şey-
ler, süslü şeyler.
nakış:
resim, süsleme sanatı.
nefs (nefis):
ruh, can, kendi,
özellikle maddî arzuların kay-
nağı olup sınır tanımayan
duygu.
nihayet:
son, bitim, son de-
rece.
nısf-ı arz:
dünyanın yarısı.
nur-i hidayet:
doğru, hak ve
hakikat ve iman yolunun ışığı.
payidar:
sürekli, kalıcı, sabit,
devamlı.
raiyet:
birisinin idaresine bağlı
olanlar; halk, millet, vatandaş.
sadık:
doğru, bağlılığı içten ve
1.
Bilin ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. (Muhammed Suresi: 19.)