verdikçe onun merakını şiddetle tahrik ettiğinden; sema,
cev ve arzın mükemmel ve kat’î derslerini dinlediği hâl-
de,
(1)
m
ój/
õn
e r
øp
e r
?n
g
deyip dururken, denizlerin ve büyük
nehirlerin cezbekârâne cûşuhuruşla zikirlerini ve hazin
ve leziz seslerini işitir. lisan-ı hâl ve lisan-ı kàl ile “Bize
de bak, bizi de oku” derler. o da bakar, görür ki:
Hayattarâne mütemadiyen çalkanan ve dağılmak ve
dökülmek ve istilâ etmek fıtratında olan denizler, arzı ku-
şatıp, arz ile beraber gayet sür’atli bir surette bir senede
yirmi beş bin senelik bir dairede koşturulduğu hâlde, ne
dağılırlar, ne dökülürler ve ne de komşularındaki topra-
ğa tecavüz ederler. demek, gayet kudretli ve azametli bir
zatın emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza
olurlar.
sonra denizlerin içlerine bakar, görür ki: gayet güzel
ve ziynetli ve muntazam cevherlerinden başka, binlerce
çeşit hayvanatın iaşe ve idareleri ve tevellüdat ve vefiyat-
ları o kadar muntazamdır; basit bir kum ve acı bir sudan
verilen erzakları ve tayinatları o kadar mükemmeldir ki,
bilbedahe bir kadîr-i zülcelâl’in, bir rahîm-i zülcemal’in
idare ve iaşesiyle olduğunu ispat eder.
sonra, o misafir, nehirlere bakar, görür ki: Menfaat-
leri ve vazifeleri ve varidat ve sarfiyatları o kadar hakîmâ-
ne ve rahîmânedir; bilbedahe ispat eder ki, bütün ır-
maklar, pınarlar, çaylar, büyük nehirler, bir rahman-ı
zülcelâli ve’l-İkram’ın hazine-i rahmetinden çıkıyorlar ve
akıyorlar. Hatta o kadar fevkalâde iddihar ve sarf
AsA-yı MûsA
B
iRinci
H
üccet
-
i
i
ManiYe
| 165 |
7. Şua / ayeTÜ’l-kÜBra
leziz:
lezzetli, tatlı.
lisan-ı hâl:
hâl dili, bir şeyin duru-
şu ve görünüşü ile bir mana ifade
etmesi.
lisan-ı kàl:
söz ile anlatılan mana,
konuşma dili.
menfaat:
fayda.
muhafaza:
koruma.
mütemadiyen:
sürekli olarak, de-
vamlı.
Rahîm-i Zülcemal:
isim ve sıfatları
çok güzel olan ve yaratıklarına
karşı sonsuz şefkat sahibi olan Ce-
nab-ı Hak.
Rahman-ı Zülcelâli ve’l-İkram:
son derece ikram ve büyüklük,
haşmet sahibi Rahman, Allah.
sarf:
harcama, masraf etme, gider.
sarfiyat:
harcamalar, giderler.
sema:
gökyüzü, gök.
tahrik:
hareket ettirme, harekete
geçirme, yola çıkartma.
tayinat:
erzak, yiyecek, gıda, ta-
yınlar, tayin edilen parça veya
miktar.
tecavüz:
saldırma, sataşma, baş-
kasının hakkına dokunma.
tevellüdat:
tevellütler, doğumlar.
varidat:
gelirler.
vazife:
görev.
vefiyat:
ölümler, vefatlar.
zat:
azamet ve ululuk sahibi olan.
zikir:
tesbih ile çeşitli şekillerde Es-
ma-i Hüsnayı söyleme, belli za-
manlarda belli duaları belli miktar-
da ve belli şekilde okuma.
ziynet:
süs, bezek.
azamet:
büyüklük, ululuk, yü-
celik.
cevher:
esas, maya, öz.
cevv:
atmosfer, yer ile gök
arası.
cezbedarâne:
cezbeye tutul-
muş gibi, Allah sevgisi ile ken-
dinden geçerek.
cûşuhurûş:
coşup taşma, kay-
nayıp taşma, neşe ve ahenk.
fevkalâde:
olağanüstü.
fıtrat:
yaratılış, tabiat, mizaç,
huy.
hakîmâne:
hikmetli bir şekil-
de.
hayattarâne:
canlı bir şekilde,
hayat sahibi olarak, hayat sa-
hibi imişçesine.
hayvânât:
hayvanlar.
hazîn:
keder meydana geti-
ren, acı uyandıran, hüzün ve-
ren.
hazine-i rahmet:
rahmet ha-
zinesi.
iddihar:
biriktirme, toplama,
yığma.
istilâ:
kaplama, yayılma.
Kadîr-i Zülcelâl:
sonsuz bü-
yüklük, haşmet ve kudret sa-
hibi, Allah.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tered-
düde mahal bırakmayan.
kudret:
güç, kuvvet, iktidar.
1.
Daha yok mu? (Kaf Suresi: 30.)