Sizin fevkalâde sebat ve ihlâsınızın galebesi ve o musîbeti def’inden sonra ehl-i dünya cepheyi değiştirdi. Zındıkanın desiseleriyle, bu havalide, bizlere karşı perde altında maddî ve manevî tahşidatı başlamış; gayet dikkatle ve şeytancasına, şakirdlerin hakikî kuvvetleri olan tesanüdü bozmaya çalışıyorlar. Sizlere risaleleri iade ettikleri halde, kurnazcasına dolaplar çevriliyor. Biz, sizin bir şubeniz hükmünde olduğumuz halde, bizi asıl ve merkez telâkki ettiklerinden, daha ziyade desiseleri bize karşı istimal ediyorlar. Hâfız-ı Hakikî, Cenâb-ı Hak’tır; inşaallah hiçbir zarar edemeyecekler. Fakat, bu Şuhur-u Mübarekenin eyyam ve leyâli-i mübarekesinde halis duâlarınızla bize yardım ediniz. Bir şey yok, fakat mümkün oldukça ihtiyatlı ve dikkatli olunuz. Hazret-i Ali Radıyallahü Anh ve Gavs-ı Geylânî Kuddise Sirruhu gibi kahramanların manevî teminatı “Kul ve lâ tehaf” [Söyle ve korkma!] ve “Ve lâ tahşe” [Korkma!] hitapları, bize her vakit cesaret ve kuvve-i maneviye veriyor.
Kâtip Osman’ın mektubunda, kahraman Rüşdü’nün bahadır biraderi Burhan’ın, risalelerin kurtulmasına çok hizmet ettiğini yazıyor. Zaten o cesur kardeşimizin eskiden de bu çeşit hizmetleri vardı. Hem ona, hem Risale-i Nur’un kurtulmasına çalışanlara ve medhali bulunanlara, hatta mahkeme reisine ve insaflı azalarına hem dua, hem teşekkür ediyoruz. Münasip görülse, mahkeme reisine hususî teşekkürümüzü beyan edersiniz.
Kastamonu Lâhikası, Mektup no: 100, s. 158
Risale-i Nur’dan Cezaevi Mektupları
Kâinat kitabı, kendi Kâtibini kemâlâtıyla tanıttırıyor
(Dünden devam)
Hem meselâ, nasıl ki bir kitap bulunsa ki, bir satırında bir kitap ince yazılmış ve her bir kelimesinde ince kalemle bir sure-i Kur’âniye yazılmış. Gayet manidar ve bütün meseleleri birbirini teyid eder ve kâtibini ve müellifini fevkalâde maharetli ve iktidarlı gösteren bir acib mecmua, şeksiz, gündüz gibi, kâtip ve musannifini kemâlâtıyla, hünerleriyle bildirir, tanıttırır, “Mâşâallah, Bârekallah” cümleleriyle takdir ettirir; aynen öyle de, bu kâinat kitab-ı kebîri ki, bir tek sahifesi olan zemin yüzünde ve bir tek forması olan baharda üç yüz bin ayrı ayrı kitaplar hükmündeki üç yüz bin nebatî ve hayvanî taifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız, hatasız, karıştırmayarak, şaşırmayarak, mükemmel, muntazam ve bazen ağaç gibi bir kelimede bir kasideyi ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabın tamam bir fihristesini yazan bir kalem işlediğini gözümüzle gördüğümüz bu nihayetsiz manidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmua-i kâinat ve bu mücessem Kur’ân-ı ekber-i âlem, mezkûr misaldeki kitaptan ne derece büyük ve mükemmel ve manidar ise, o derecede, sizin okuduğunuz fenn-i hikmetü’l-eşya ve mektepte bilfiil mübaşeret ettiğiniz fenn-i kıraat ve fenn-i kitabet, geniş mikyaslarıyla ve dürbün gözleriyle bu kitab-ı kâinatın Nakkaşını, Kâtibini hadsiz kemâlâtıyla tanıttırır, “Allahu ekber” cümlesiyle bildirir, “Sübhanallah” takdisiyle tarif eder, “Elhamdülillah” senalarıyla sevdirir.
İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünundan her bir fen, geniş mikyasıyla ve hususî âyinesiyle ve dürbünlü gözüyle ve ibretli nazarıyla, bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâl’ini esmasıyla bildirir; sıfâtını, kemâlâtını tanıttırır.
İşte, bu muhteşem ve parlak bir bürhan-ı vahdaniyet olan mezkûr hücceti ders vermek içindir ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, çok tekrar ile, en ziyade “Halaka’s-semâvâti ve’l-arz” ve “Rabbü’s-semâvâti ve’l-arz” âyetleriyle Hâlık’ımızı bize tanıttırıyor diye mektepli gençlere dedim. Onlar dahi tamamıyla kabul edip tasdik ederek, “Hadsiz şükür olsun Rabbimize ki, tam kudsî ve ayn-ı hakikat bir ders aldık. Allah senden razı olsun” dediler.
(Devamı var)
Şuâlar, On Birinci Şuâ (Denizli Hapsinin Bir Meyvesi), Altıncı Mesele
LÛGATÇE:
fenn-i hikmetü’l-eşya: Varlıkların yaratılışındaki gayeleri bildiren ilim.
fenn-i kıraat: Okuma fenni.
fenn-i kitabet: Yazma fenni.
kemâlât: Kemaller, mükemmellikler.
kitab-ı kebir: Büyük kitap.
Kur’ân-ı ekber-i âlem: Büyük âlem Kur’ân’ı.
musannif: Tasnif eden, en güzel şekilde derleyip düzenleyen.
mübaşeret: Bir işi bizzat yapmak; bulaşmak, temas etmek.
mücessem: Cisimlenmiş.
Nakkaş: Nakşeden, boyayıp süsleyen.
şeksiz: Şüphesiz.