Arap baharı ve/ya Yasemin Devrimi adıyla özgürlük, eşitlik ve liberal değerleri öncelemek isteyen Arap halkları, bırakın bunları elde etmeyi, tersine kendi yöneticileri ve orduları tarafından katliâmla karşı karşıyalar. Bu tabloyu reel politik ve yapılandırmacı ve yapısalcı teori açısından değerlendirmeye yönelik birkaç yazı ve bir dizi seminer verdim. Ortaya çıkan karamsar tablodan son derece rahatsız olan ve oradaki özgürlük hareketlerinin değerini bilemediğim gibi itirazlar geliyor.
Özellikle Isparta’da üniversitede verdiğim seminerde bu net olarak ortaya çıktı. Türkiye’nin uzun parlamenter sisteme arayışı, Sened-i İttifak ile ülkede kabileciliğin başka bir versiyonu olan Ayan sistemiyle hesaplaştığını, Tanzimat ve Islâhat fermanlarını, I ve II. Meşrûtiyet deneyimlerini bu sosyo-politik kültür üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşadığı travmalardan (1980 fiili, 28 Şubat post modern darbeleriyle yeni yüzleşmeye başladığımızı) söylememin de fazla anlamı olmuyor? Mevcut kırıma bir şekilde destek vermem isteniyor. Kendisini liberal olarak nitelendiren ve muhafazakâr bir gazete yazan akademisyen, “Nizam-ı âlem” ülküsü adına Suriye’ye müdahil olmamız gerektiğini bile söyleyebiliyor. Kavramların ters yüz edilmesi bir yana “Kırk katır mı kırk satır mı?” sorusu yeniden güncelleniyor.
Peki “Düşünce tarihimizde sürekli ötelenen Murcii tutuma, yani ortada bir kardeş katli var ve insanlar buna mezhep adı altında bir şekilde meşrûiyet sağlıyor, asıl amaç siyasî iktidarı kendi kavmiyeti/cemaati altında tutmak diye görünüyor, buna dair reel politik uygulanıyor, ben bu oyunda yok’um, yanlışa “evet” diyemem!” deyince bu tepki niçin?
Öyle görünüyor ki, masa başında yapılan akademik kuramlar ve Türkiye’den ateş altındaki Arap dünyasındaki yerler hakkında söz üretmek ile reel politik arasında gittikçe büyüyen bir uçurum söz konusudur.
Isparta’da genç bir üniversiteli kardeşim şöyle bir soru sordu: “Peki bu riske rağmen bu karmaşanın, kavganın etkisini en aza indirecek ve kısa sürede çözüm üretecek entelektüel bir grup yok mu? Nerede tercümelerini okuduğumuz Arap dünyasının âlimleri ve takipçileri? Sağduyulu bir ittifak çabası için bile olamazlar mı?”
İşte bu önemli, bunu müzakere etmek gerekiyor.
İSLÂM GENEL KONGRESİ
Esat Coşan rahmetli, üniversite hocamdı, mezuniyet tezini de ondan yapmıştım. Onun talebeleri yaptı bu çağrıyı; 6 Şaban 1350, 10 Aralık 1931 tarihinde Kudüs’te toplanan İslâm Genel Kongresi (el-Mu’temer em-İslâmî el-Kuds) hatırlattı maşerî vicdanlara. Lütfen hatırlayınız; Osmanlı devletinin dağılıp, Arap dünyasının fiilî özgürlüklerine kavuştuklarını düşündükleri zaman, Mezhepçilik en önemli ve çözülmesi aciliyet kesb eden sorun olarak ortaya çıkmıştı. Kongredeki temel amaç, İslâm inancını ve değerlerini yaymak için etnik köken ve mezhep ayrımı yapılmaksızın Müslümanlar arasında işbirliğini sağlamak ve genel İslâm kardeşliğini geliştirmekti.
Aralarında Türkiye, Suriye, İran, Irak, Filistin, Yemen, Tunus, Trablusgarp (Libya), Mısır, Doğu Ürdün, Cezayir, Hicaz (Suudi Arabistan), Rusya (Ortaasya Türk Devletleri), Mağrib (Fas), Hint kıt’ası, Seylan (Sri Lanka), Nijerya, Cava Adası (Endonezya), Doğu Türkistan, Kafkasya ve Yugoslavya’dan 153 delegenin katılımıyla gerçekleştirildi. 22 ülkeden/ bölgeden 153 delegenin katıldığı konferans, mezhep ayrımı (Sünnî (Hanefi, Şafii, Hanbeli, Maliki) Şia, Alevi, İbadi, Zeydi vb) gözetilmeksizin İslâm kardeşliğini geliştirmek ve Müslümanların menfaatlerini birlikte savunmak için İslâm ülkelerinin temsilcilerinin kendi iradeleriyle bir araya gelmişlerdi.
KONGRENİN HEDEFLERİ ŞUNLARDI:
a) İslâm inancını ve değerlerini yaymak için etnik köken ve mezhep ayrımı yapılmaksızın Müslümanlar arasındaki işbirliğini ve genel İslâm kardeşliğini geliştirmek.
b) Müslümanların menfaatlerini savunmak ve kutsal mekânlar ile toprakları herhangi bir müdahaleye karşı korumak.
c) Müslümanlar arasındaki Hristiyan misyonerlerin çabalarına ve kampanyalarına karşı savaşmak;
d) İslâm inancı birliği için üniversiteler ve akademik kuruluşlar açmak; Müslüman gençlere Arapça dilinin öğretilmesi için Kudüs’te Mescid-i Aksa Üniversitesi isimli bir üniversite açmak;
e) Müslümanlar ile ilgili önem taşıyan diğer İslâmî konuları incelemek.
Katılımcılar ise şunlardı: Ziyaüddün Tabatabaî (eski İran Başbakanı), Hasan Halid Paşa (eski Doğu Ürdün Başbakanı), Reşid Rıza (Mısır el-Ezher Üniversitesi Dekanı), Cezayirli Emir Abdülkadir’in torunu Emir Said el-Cezairi, Şükrü El Kuvvetli (Suriye’nin kuruluşundan sonra ilk devlet başkanı), Riyad El Sulh (Lübnan’ın bağımsızlığından sonraki ilk başbakan) ve Muhammed İkbal (Hindistan-Pakistan). Başkanlığa Hacı Emin el-Hüseyni’nin getirildiği kongrede Muhammed İkbal ise başkan vekili seçildi.
Kongrenin icra heyeti üyeleri, Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni, Bosna’dan Şeyh Salim Efendi, Kafkasya’dan Şeyh Şamil’in torunu Emir Said Şamil, Varşova’dan İyaz İsaki ve Hind kıt’asından Muhammed İkbal’den oluşmuştu. Açılması öngörülen İslâm Kongresi irtibat büroları arasında Doğu Türkistan, Balkanlar, Kıbrıs, Polonya, Finlandiya, Yugoslavya, Almanya ve bazı Arap ülkeleri ile Afrika ülkeleri, Endonezya, Filipin, Şanghay ve Avustralya yer almıştı.
Kongre oturumlarında alınan karar gereği Müslümanlar arasında birliğin sağlanmasının nişanesi olarak Şiî din âlimi Muhammed el-Hüseyin Al-i Kâşif, “Sünnî, Şiî ve İbadiyye’lerden oluşan ve onbini bulan cemaate” Mescid-i Aksa’da Cuma namazı kıldırdı. Al-i Kâşif’in, “İslâm kardeşliğinin önemi ve İslâm birliğinin tesisi” başlığıyla verdiği hutbede İslâm Birliği Genel Kongresi’nde alınan kararları kimlerin nasıl engellemek isteyeceğine dair önemli tesbitlerde de bulunduğu kayıtlarda yer almaktadır. (http://www.akradyo.net/4522445392,60860,6,SAGDUYULU-ITTIFAK-CAGRISI.aspx)
GÜNÜMÜZ ARAP DÜNYASINDAKİ DURUM
Isparta’daki arkadaşın sorusuna “Siyasî (ortak) akıl” arayışı var, fakat mevcut mezhepçilik ve kavmiyetçilik, din ile o kadar özdeşleştirilmiş ki, yapılan uygulamalara din ile meşrûiyet sağlanması karşısında, akide/ dini öğretinin devleti değil dinî değerleri dikkate alan modern bir devlet istediklerini söylüyorlar, diye cevap vermiştim.
Halkın/ ümmetin devleti olacaktır diyen Ortak akıl arayışları yapanlar, İhvanu’l-Muslimin kurucusu Hasan el-Benna, talebesi Abdülkadir Udeh, Seyyid Kutup’un fikirlerinden; Yusuf Kardevi’nin tekliflerinden istifade edeceklermiş. Bunların yanı sıra modernizmle yüzleşen Muhammed Abid Cabiri, Muhammed Arkun, Burhan Galyon, Abdullah Urevi, Rıdvan Seyyid gibi oldukça farklı yelpazedeki âlimlerin fikirlerine başvurulacakmış.
SONUÇ:
“Miş, Mış” diye cevap veriyorum, çünkü 1931 yılında toplanan ve İslâm dünyasında mezhepçiliğe son verelim diyen bir çok akyürekli düşünür, siyasetçi ve dinî alanda uzmanlaşmış âlimlerin gayretleri boşa çıkmış.
Türkiye, geçmiş tarihî deneyimlerini dikkate alarak laik, hukuk ve sosyal bir hukuk devleti olarak mezhepçiliğin, kavmiyetçiliğin/aşiretçiliğin hasarını en aza indirgemeye çalışmış.
Buna da “mış” diyorum, çünkü bu sorunlarını çözmeye çalışan “açılımlar” yapmaya çalışıyor, fiilî ve post modern darbe yapanlara, halkın tepesine hâlâ “balyoz” gibi inmeyi düşünenlerle mücadele ediyor. En azından demokratik yapıyı bozmaya yönelik her çabanın “cezasız kalmayacağı”nı herkesin idrak etmesi yönünde çabaları var.
Bu çabalar bile Türkiyeli Müslümanların “Sağduyulu İttifak” çağrısını yenilemesini ve İslâm dünyasındaki mezhep, kavmiyet/aşiret kavgasını giderecek tedbirler almasına yönelik çabayı güncellemesini önemli buluyor.