Yasemin Devrimi ile Tunus’ta başlayan ve kısa süre içinde Mısır, Libya, Suriye, Yemen de yoğun olarak başlayan bazı Arap ülkelerinde ise düşük yoğunluklu olarak devam eden veya tamamen bastırılan özgürlük hareketlerini yazı görmeden kış mevsimini yaşıyorlar. Mısır’da “Mübareksiz bir Mübarekçilik” diyebileceğimiz bir yönetim işbaşında, Libya’da kabile savaşları devam ediyor. Halkının önemli bir kesiminin silâhlı olduğu Yemen halkı bütün provokasyonlara rağmen sivil itaatsizlik edimlerini sürdürdü, diğer Arap ülkelerinin durumlarına düşmemek için gayret sarf etti. Ama muhalif ana damarı temsil eden Ahmar kabilesi ile çıkarılan çatışmalar halkın sivil itaatsizlik eylemlerini perdeledi, çok sayıda insan öldü. Neticede önemli bir kısmın katılmadığı tek adaylık bir seçim yapıldı ve yıllarca Ali Abdullah Salih’in yardımcılığın yapan Abdulhadi başkan seçildi. Fakat Kuzeyde Husi (Zeydi) direniş, güneyde ise yönetimin el-Kaide diye isimlendirdiği birimlerle (halk kesinlikle bunu kabul etmiyor) şiddet eylemleri devam ediyor. Bu satırları yazarken (07/04/2012) Sana’a havaalanı Ali Abdullah Salih yanlılarının işgali altındaydı. Yani sorun artarak devam ediyor.
Suudi Arabistan bu hareketleri fitne olarak görüp engellenmesi için her türlü tedbiri alıyor, içeride halka para dağıtırken komşu ülkelere de her türlü yardımı yaptığı iddia ediliyor. Gerçi bu iddiayı Yemen halkından teyit ettirmiştim, ama bütün dünyanın gözü önünde Bahreyn’de yapılan özgürlük hareketlerine fiilen tanklarıyla müdahale etmişti. Suriye ise kanayan yara olarak hemen yanımızda, her gün onlarca ölüm haberleri geliyor. Birleşmiş Milletlerin teklifini askıya aldığı, Annan’ı oyaladığı ortaya çıktı. İnsanlar komşu ülkelere sığınıyor ve Türkiye önemli sorunlarla yüz yüze. Yakın dönemde önemli sosyal, kültürel ilişkiler kurulan ve ekonomik birliktelikler için büyük kararlar alınan komşumuz ile kanlı bıçaklı hale geldik.
Irak’da durum benzer, Türkiye’yi en büyük tehdit olarak gördüğünü devlet başkanı her fırsatta söylüyor. Başkan yardımcısı el-Haşimi’yi vatan haini olarak nitelendiriyor ve arama kararı çıkarıyor. Bunu Sünnîlerin devre dışı bırakılması olarak gören bölge ülkeleri Haşimi’ye sahip çıkıyor. En son Katar’dan Suudi Arabistan’a geçiyor ve mücadelesine devam edeceğini söylüyor. İran, İslâm devleti sıfatını taşıyor, ama Suriye’deki katliâmlara karşı tedbir alınmasına Rusya ve Çin ile birlikte karşı çıkıyor. Irak’ın mevcut yönetimi de Suriye destek veriyor? Peki bu durumların sebebi ne olabilir?
Özellikle Kutlu Doğum Haftası olarak “Kardeşlik ve hukuku” temasını incelediğimiz günümüzde, “Bütün mü'minlerin kardeş olduğunu” söyleyen âyetleri, “Bütün insanların tarağın dişleri gibi eşit olduğunu, Arap’ın Arap olmayana hiçbir üstünlüğü olmadığını, ayrılığın sadece takva da olabileceğini” belirten hadisleri okuduğumuz şu günlerde bu kardeş kanı dökülmesinin gerekçeleri ve meşrûiyeti nedir? Ülkenin her yerinde okuyan herkesi refahlatan “Biriz, BİR’deniz, Kardeşiz” levhalarına rağmen bu niçin teori de kalıyor?
Sorun: Küresel güçlerin Ortadoğu diye isimlendirilen bölgeye ilgilerinin temel sebebinin ekonomik olduğu aşikâr. Dünya Petrolünün 3/2 buradan çıkıyor. Körfez savaşları ve Irak işgali ile ABD ve yandaşları fiilen bu bölgedeler. Rusya, Çin ise soğuk savaş dönemlerinin bitmediğini gösteren bir refleksle her şeye rağmen Suriye’nin yanındalar, katliâmlar onları ilgilendirmiyor. Bunun uluslar arası temel sebebi, soğukkanlı reel bir politik ile bölge yeniden şekillendirilme ve buna direnmedir. Bu kardeş kavgalarının, özgürlük, eşitlik ve adalet istemlerinin kanla bastırılmasına meşrûiyet sağlayan iç, yani Müslümanlar arasında etken olan unsurlar olarak “Mezhepçilik ve kabilecilik” karşımıza çıkıyor.
İran, İslâm devleti sıfatını taşıyor, ama Irak ve Suriye’deki katliâmlara İslâm adına bile olsa kınaması lâzım, ama yapmıyor. Çünkü Suriye, Lübnan ve Irak’daki Şiî grupları destekliyor. Irak da her gün bombalar patlıyor, insanlar ölüyor, ama Suriye’deki katliâmları kınamıyor ve dolaylı destek bile veriyor denilebilir. İran’ın Yemen’deki Husilere yardım ettiğini Suudi Arabistan iddia ediyor. Diğer bir İslâm devleti sıfatını taşıyan Suudi Arabistan, ülkesindeki Şiî grupların hareketlenmesinden çok kaygılanıyor ve silâhlanmaya hız veriyor. Bahreyn’de Sünnî azınlık yönetimde, Arap Baharı’nın tanklarla bastırılmasına Suudi Arabistan yardım etti ve bütün dünya seyretti.
Türkiye, Irak’taki yapılan zulüm ve kıyıma her zaman karşı çıktı, ama ne zaman orada Sünnîlere yönelik şiddet uygulanıyor deyince, önemli oranda güç kaybetmeye başladı. Çünkü Irak’taki Türkmenler içinde Şiîlik oldukça yaygın. İran’da önemli oranda Azeri/Türk var ve tamamı Şiî. Oraya yönelik ekonomik ve kültür merkezli uygulamalar olursa halk memnun, nitekim bu karmaşalardan önce elektrik ve rafineri alanında ortak yatırımlar planlanıyordu, ama eğer Şiî-Sünnî kavgasına girilirse her iki tarafta kaybeder, öncesinde olduğu gibi.
Nitekim son dönemlerde Türkiye ve İran arasının tekrar açılması için çalışılıyor. Hatta muhafazakâr bir kanal sürekli olarak İran ve Şiî aleyhtarlığını pompalayan haberler geçiyor. Türkiye, hem ABD’nin gücünü bilerek İran’dan petrol alımını azaltacağını ve Libya’ya ağırlık vereceğini söylüyor hem de İran üzerine yapılacak operasyonlara taraftar olmadığını belirtiyor. İran’ın Arap Baharı adı altında bölgede gerçekleştirilen hareketlenmeleri kendi siyasal ve ekonomik nüfuzunu arttırmak için kullandığı aşikâr ve ABD bundan oldukça rahatsız. Türkiye, laik bir devlet, dolayısıyla Şiî ve Sünnî gibi dinsel ifadeler ve gruplandırmaların dışında durarak bölgeye yönelmeli diye düşünüyorum.
Özetle, Peygamber Efendimizin (asm) ortadan kaldırdığı kabilecilik, patrimonyal yapı bölgeye hakim, buna bir de mezhep kavgası ilâve edilince, dünya petrolünün önemli bir kesimini üreten Müslüman ülkelerin halkları sürekli savaş halinde bulunuyor ve birbirini katlediyor. 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra iyice yaygınlaşan İslamfobiaya paradoksal bir şekilde besleyen Müslüman gruplar ve devletler kimin değirmenine su taşıyor?
Amaç: Kanaatime göre dünya petrol rezervini kontrol ederken bölgede anti kapitalist ve küresel güçlere, özellikle ABD ve İsrail karşıtlığına karşı yükselen muhalefetin gücünü kıracak yeni düzenlemeler yapmaktır. Yani yeni yüzler getirilecek, ama ana yapı temel hatlarıyla aynı kalacak uygulamalar yapılacaktı. Sudan’da olduğu gibi yeni planlamalar, yeni devletlerin benzeri Irak ve Libya’da da düşünülüyor.
Bu bir komplo teorisi mi? İlk planda öyle gözüküyor! Ama eğer Soğuk Savaş dönemi bitti, SSCB dağıldı yeni devletler kuruldu, özgürlük, eşitlik, adalet gibi demokratik değerler yeni dünya düzeni adı altında yaygınlaşmaya başladı diyorsanız, söyleyecek bir sözüm yok. Enerji üretim ve arz merkezleri sürekli olarak gerilim halinde tutulduğuna, Afganistan-Pakistan hattından Libya, Cezayir, Tunus ve Yemen’e kadar uzanan hattı düşündüğünüzde yaşanılan savaşları gördüğünüzde bu komplo teorisi olmaktan çıkıp, soğukkanlı bir reel politik olduğunu gözlemleniyor. Üstelik bu soğuk- kanlı reel politiğin temel unsurları olarak da, Peygamberimizin (asm) kaldırdığı kabilecilik/patrimonyal yeniden hortlatılarak devam ediyor. Arap Baharı’nın en büyük destekçisi konumunda olan el-Cezire ve finansörü Katar’ın bir kabilevi yapı olduğunu, Libya’ya, Suriye yönelik yaptırımlarda ne kadar işlevsel olduğunu gördüğümüz zaman bölgedeki hareketlenmelerin özgürlük, adalet ve eşitlik adına olmadığını, mezhep kaosunun sürekli beslendiğini gözlemlemek mümkün.
Türkİye’nİn Konumu
İslâm âleminde mezhep ve kavmiyetçilik dışında olan ana yapı Türkiye idi. Laik, demokratik ve sosyal devlet yapısı, son onlu yıllarda gösterdiği ekonomik ve sosyal gelişmeler, bölgeye yönelik yardımları, özgürlüğü ve eşitliği önceleyen söylemleriyle Arap halkları arasında saygın bir yer kazanmıştı.
Şimdi eleştiri konusu olan “Komşularla sıfır sorun” çabaları da çok makuldü. Çünkü George Orwell’in 1984 Korku Ütopyasında belirttiği kapalı ve totaliter yapıyı çözmek ve komşularıyla barışık bir “Açık Toplum Oluşturma” projesi olarak kardeşlik hukukunu önceliyordu. Ama son dönemlerde yapılan açıklamalar ve uygulamalar, bölgede baskın olan mezhepçilik ve kabilecilik çatışmalarına katkıda bulunacak diye kaygılanıyorum.
Bölgede en uzun parlamenter sistem arayışlarına (I ve II Meşrûtiyet) sahip bir siyasî oluşumun üzerine kurulmuş bir devletiz. Kökeni 1839 resmî olarak uzanan “Islâhat” ve “Tanzimat” çabalarının ilk adımı sayılabilecek “Sened-i ittifak” ile kabileciliğin farklı bir versiyonu olan Ayan sisteminin etkisini kıran bir geçmişe sahibiz.
Sonuç: Bu sosyo-politik geçmişin eksikliklerini bilen ve bunları gidermeye çalışan Laik, Sosyal Bir Hukuk Devleti Olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, bölgedeki Mezhep ve kabilecilik arasında salınan ve çatışmaları körükleyen bu karmaşaya fiilen girmemelidir.
Müslüman olduğunu söyleyen ve ahirete inanan, bir kişiye yapılan haksızlığın bütün insanlığa yapılmış gibi olduğuna inanan bunun da hesabını vereceğini yakinen bilen insanlar olarak “üst dilimizi” korumalı, bölgedeki kardeş katliâmına doğrudan ya da dolaylı olarak katkıda bulunacak her türlü tutum ve tavırdan kaçınmalıyız. Eğer biz de mezhep ve kabileciliğin meşrûiyet sağladığı, ama halkların artık iyice usandığı, bezdiği bu ortamdan kurtulabilme örneği de ortadan kalkacak ve umutlar iyice tükenecek. Üstelik 2023 yılına en az hasarla ulaşmaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti’nin öncelikli hedefleri de ıskalanacak, ekonomik gelişmemiz, politik demokratikleşme çabalarımız da sekteye uğrayabilecek. Ulusal paradoksumuz olan etnik (Türk-Kürt) ve mezhep (Alevî-Sünnî) gerilimi aşmaya çalışan ve “Sırça saray”da yaşayanlar olarak Uluslar arası paradoksun temel unsurları olan mezhep ve kavmiyetçi yapıya müdahil olacak sözlerden kaçınmalıyız. Bu tavır, Kutlu İnsan Peygamberimizin (asm) “Kardeşlik Hukukunu” öncelediğimizin de göstergesi olacaktır.