Yeni Şafak yazarı İbrahim Tenekeci, 17 yaşından bu yana mütedeyyin camia içinde bulunduğunu belirterek, İslami kesimde gördüğü yanlışlıkları köşesine taşıdı.
“İmkân sahibi olmanın, iktidara gelmenin elbette bir bedeli, yıpranma ve yıpratma payı vardır. Ama konu bu değil. Konu, mevki-makam, mal-mülk sahibi olmaktan ziyade, bir gönül sahibi olmak. İhmal ettiğimiz şey işte budur” diyen Tenekeci, yazısında şu ifadelere yer verdi:
“Seksenli ve doksanlı yıllarda, bir numaralı tehdit, bizlerdik: İrticayla mücadele! Telefon defterimizi yanımızda taşımaktan çekinirdik. Kıymetli evraklar parti binalarında bulundurulmaz, evlerde saklanırdı. Şimdi ise yeni tehditleri bizler üretiyoruz. Üstelik kendi içimizden…
Kendimiz gibi düşünmeyeni hemen dışlamanın peşindeyiz. Her farklı fikrin altında kötü niyet arıyoruz. Bir dış bağlantı. Bir operasyon. Küçük bir hatanın, kusurun, hatta latifenin nerelere kadar götürülebileceğini biliyor, bunun böyle olabileceğini sıklıkla görüyoruz. Yirmi sekiz sene boyunca birinci şahitliğim şudur ki, evvela üslubumuzu kaybettik. Tavrımızın uzağına düştük. Anlayışımızı yitirdik. Mesela halden anlamak. İkinci şahitliğim daha beter: Kötülük konusunda iyi olanların sayısı endişe verici oranda arttı. Garip ama gerçek.”
Tenekeci’nin “Hal ve Gidişat” başlıklı yazısından bazı bölümler şöyle:
(...) Her nimet, külfetiyle, zahmetiyle birlikte gelir. Yağmur berekettir, fakat çamur yapar, sel olur. Güneş hayat verir, fazlası ise yakıcıdır; kavurur.
Refah Partisi'nin yükselişiyle beraber, camiamızda imkânlar da oluşmaya başladı. Her imkân, aynı zamanda bir imtihandır. İmtihanı veremeyenleri kınamaya hakkımız yoktur. Ancak dua edebiliriz: Allah yardımcıları olsun.
İmkân sahibi olmanın, iktidara gelmenin elbette bir bedeli, yıpranma ve yıpratma payı vardır. Ama konu bu değil. Konu, mevki-makam, mal-mülk sahibi olmaktan ziyade, bir gönül sahibi olmak. İhmal ettiğimiz şey işte budur.
***
Seksenli ve doksanlı yıllarda, bir numaralı tehdit, bizlerdik: İrticayla mücadele! Telefon defterimizi yanımızda taşımaktan çekinirdik. Kıymetli evraklar parti binalarında bulundurulmaz, evlerde saklanırdı.
Şimdi ise yeni tehditleri bizler üretiyoruz. Üstelik kendi içimizden.
Başkalarına karşı oldukça merhametliyiz. İyilik doluyuz. Yardımseveriz. Üslubumuza dikkat ediyoruz. Fakat kendi içimize, mensubu olduğumuz camiaya döner dönmez, sesimizin tonu, yüzümüzün rengi değişiyor.
Birbirimizi yanlış anlamaya programlanmış makineler gibiyiz.
İtimat duygusu, maalesef, insanların arasından çekiliyor. Oturup konuşamıyoruz, dertleşemiyoruz. Birbirimize inanmakta güçlük çekiyoruz. Peki, aradaki boşluğu neler dolduruyor? Elcevap: Şefkatten, merhametten, anlayıştan uzak kara düşünceler.
Suriye'de, Irak'ta Müslümanlar birbirlerini silahla öldürüyor. Bizler de burada birbirimizi klavyeyle yaralıyoruz. Birinde insan, diğerinde hüsn-i zan ölüyor.
Kendimiz gibi düşünmeyeni hemen dışlamanın peşindeyiz. Her farklı fikrin altında kötü niyet arıyoruz. Bir dış bağlantı. Bir operasyon.
Küçük bir hatanın, kusurun, hatta latifenin nerelere kadar götürülebileceğini biliyor, bunun böyle olabileceğini sıklıkla görüyoruz.
Yirmi sekiz sene boyunca birinci şahitliğim şudur ki, evvela üslubumuzu kaybettik. Tavrımızın uzağına düştük. Anlayışımızı yitirdik. Mesela halden anlamak.
İkinci şahitliğim daha beter: Kötülük konusunda iyi olanların sayısı endişe verici oranda arttı. Garip ama gerçek.
***
(..) İslâmi camiada büyük ile küçük arasındaki fark hızla kapanıyor. Sevgisiz ve saygısız.
Ölçümüz neydi? Allah'ın hakkı ve hatrı. Ölçümüz neydi? Emeğe ve ekmeğe hürmet etmek. Ölçümüz neydi? Büyüklerin izzetini korumak. Ölçümüz neydi? İyiliği emretmek, kötülükten sakınmak. Ölçümüz neydi? Aleyhimize olsa dahi adaletten ayrılmamak. Bunları yapmadığımız vakit, insanın hakikatini ortadan kaldırmış oluyoruz.
Evet, camiamızın durumunu görüp de üzülmeyen var mı? Şu halimize bir bakalım? Kendimizden memnun muyuz? Birbirimize karşı takındığımız hasmane tutum, içimize siniyor mu?
Evet, hepimiz bir yerlerde bir yanlış yapıyoruz. Yapmamamız gereken bir şeyi tekrar edip duruyoruz. Örneğin insanların bir hayatı olduğunu unutuyoruz. Sosyal medyanın yıkıcılığına kendimizi fazla kaptırıyoruz. Hiç tanımadığımız insanlara fenalıkta bulunabiliyoruz. Bir selamın altında bile başka anlamlar arayabiliyoruz. Acaba niye selam verdi? Yahu Müslüman Müslüman'a Allah'ın selamını vermesin mi? Ona vermesin de kime versin?
On sekiz sene önce, bu kötü gidişatı görmüş gibi, şöyle demiştim: “Kardeşimi de koru bir diğer kardeşimden.” Ne acı.
***
(...) Buraya kadar yazdıklarımızın bir kısmı yahut tamamı 'abartı' olarak karşılanabilir. Herkes önce kendine, sonra çevresine, teşkilatına, katıldığı iftara, bulunduğu ortama, çalıştığı devlet dairesine baksın yeter. Durum nedir?
İnsandan geriye kalacak olan, aziz hatıralardır, salih amellerdir, halis niyetlerdir, yaptığı iyilik ve güzelliklerdir. Bir de helal lokmayla büyütülmüş hayırlı evlat. Bana kalırsa, işte buralara yeniden çalışmamız gerekiyor. Kalplerdeki aziz hatıraları çoğaltmak, iyilik ve güzellikte bulunmak, eser vermek.
Mümin yorulur, üzülür, fakat ümitsizliğe kapılmaz. Biz de eşlik edelim: 'Kesme ümidini kadir mevladan.'
Yazımızın başlığı, Allah'ını Seven Defansa Gelsin de olabilirdi. Çoğunluk gol atmanın peşinde, derdinde. Topu (imkân) ayağına alan kafasını kaldırmıyor. Yanı sıra şu: Dört-beş müminin bir araya gelmesini ancak 'menfaat' kavramıyla izah edebiliyoruz. Önceden, işin aslına bilmeden yorum yapmaz, konuşmazdık. Artık konuşuluyor.
Bütün bu üzücü konular, şu partinin veya bu siyasinin meselesi değildir. Bizim meselemizdir. 'Allah' diyen herkesin.”