Üstad Bediüzzaman’a mektuplar yazıp cevaplar alan, kütüphanesindeki Risale-i Nur eserlerinin çizilmemiş satırı, not alınmamış sayfası olmayan hizmet emektarı Ali Çeleğen vefat etti.
Çeleğen’in cenazesi yarın Üsküdar-Fıstıkağacı, Selami Ali Camiinde öğle namazını müteakip kılınacak cenaze namazı sonrası, Nakkaştepe Mezarlığında toprağa verilecek...
***
Merhum Ali Çeleğen'in Yeni Asya'da yayınlanan röportajları:
Tıklayınız:
"Allah’ı inkâr eden öğretmenlerimiz vardı"
"Risale-i Nur’la şüphelerden kurtuldum"
'Evimiz Risale-i Nur mektebiydi'
***
Ali Çeleğen'den hatıralar...
Bediüzzaman’la mektuplaşan, şair Ali Çeleğen Ağabey hatıralarını Yeni Asya ile paylaştı. Köy Enstitüsü mezunu olan Ali Çeleğen o günleri şöyle anlattı: “Okulda bir öğretmenimiz vardı. Dünya güneşten koptu, şu oldu, bu oldu dedi. Arkadaşın biri de ‘Efendim, güneşi kim yarattı? Güneşi de Allah yaratmadı mı?’ diye sordu. Öğretmenimiz, ‘(Haşa) Lan Allah’ı kim yaratmış?’ diye arkadaşımızı haşladı.”
TAKDİM
Ali Çeleğen Ağabeyi gıyabında, şiirleriyle tanıyorduk. Nasip oldu, evinde ziyaret edip hatıralarını dinledik. Ali Ağabeyin maşallahı var. İlk şiiri ezberinde, yeni şiirler yazmaya da devam ediyor. Üstad Bediüzzaman’a mektuplar yazıp, cevap da almış. Kütüphanesindeki Risale-i Nur Eserlerinin çizilmemiş satırı, not alınmamış sayfası yok. Hayırlı uzun ömürler dileyip, sohbetimizi takdim ediyoruz.
Ali Çeleğen Ağabey kimdir? Nerede doğdunuz? Eğitim hayatınız nasıl başladı? İlk şiirinizi ne zaman yazdınız, anlatır mısınız?
1926 doğumluyum, ama rahmetli babam 1929 olarak yazdırmış. Kahramanmaraş’ın Elbistan kazasının Ekinözü nahiyesinde dünyaya gelmişim. Babamın adı Hacı Seyfi, anamın adı Iras. Raziye’ye bizim orada Iras derler. Evet, ben de çiftçiydim. Orak da biçtim, efendim çiftçiliğin her çeşidini yaptım. Hatta benim şiirim çiftçilikten başlar. Öküzlere nal yapılırdı siz onu bilir misiniz?
Atları biliriz de, öküzlerin nallandığını görmedik.
Çalıştırılan öküzler nallanmazsa çalışamazlar. Çift çift nal yapılırdı onlara da. Akrabamızdan birtane Ali Emmi vardı, Ali Çavuş derlerdi. O nal çakardı. Ali Çavuş, çok ihtiyar olmuştu, ama paramız başkasına gitmesin, akrabaya gitsin diye Ali Çavuş Amcaya nallatırdık. O kadar ihtiyarlamıştı ki, nalı çakarken çiviyi bir vurdumuydu öküzün kan çıkacak yerine denk getirirdi. “Vay anasını” der onu çeker, öbürünü vururdu. Ali Çeleğen de öküzleri getirirkene baktı ki öküzler hep aksıyor. İlk şiirimi o zaman yazdım.
Şiir şöyle:
“Kaldırır da nala vurur çekici
Yanında gerektir bir mıh çekici
Öküzün ayağından kanlar çıkınca
“Hay anasını” der, Ali Çavuş
Berikinde ekmişti bir evrek tütün (?)
Öküzün ayağı kanadı bütün
Avradının adı Hatice Hatun
Senden iyi nallar, bil Ali Çavuş
Bıyıkların halkalanmış bükülmüş
Belin kamburlaşmış, dişin sökülmüş
Azrail baş ucuna dikilmiş
Herge nal battı, koş Ali Çavuş
Bunu da söyleyen Çeleğen Ali
Aşağıdan eser kabrinin yeli
Gayet kesin derler boğazın seli
İçine düşüp de öl Ali Çavuş”
Ve Ali Çavuş Amcam bu şiiri yazdığını duymuş. “Amanın, gel hele. Gel oku şu benim şiirimi” deyip dururdu. Ben okudukça o sevinirdi. Hanımı da ona kızardı. İşte ilk olaraktan öyle başladım. Birisine canım sıkıldı mı ona şiir yazardım, hiciv yazardım.
Bu şiirleri yazarken köyde miydiniz?
Köydeydim. Ondan sonra ben, Hasan Ali Yücel’in Millî Eğitim Bakanlığı zamanında Köy Enstitüsü’ne girmek için bir dilekçe gönderdim. Dilekçemi şiir şeklinde gönderdim. Şiir geri geldi. Ne diyor altında: Dilekçeniz 16 kuruşluk pula tabi olduğundan ve dilekçede pul olmadığından geri gönderilmiştir!
Pulsuz dilekçe olmuyor yani?
Dilekçe değil zaten, şiir olarak gitmişti. Oradan da geri göndermişler. Nihayet, ben ilkokul 3. sınıftan mezun olmuştum. Onlar 5. sınıftan talebe alıyorlardı Köy Enstitüsüne...
Köy Enstitüsüne müracaatınız nasıl oldu?
Köy Entitüsüne müracat ettim. Her şeyi tamamladım. Efendim diplomayı, nüfus cüzdanı hazırladım. Bir arkadaş daha vardı ikimiz de belgeleri gönderdik. Ona cevap geldi, bana gelmedi. Nihayet ben de gittim. Haydi ne olacaksa diye okula gittik. Dediler ki: “Nüfus cüzdanınla diplomayı getir de seni de okula yazalım.” dedim ki: Ben göndermiştim. “Şu kapıdan gir içeriye, bak” dediler. Dedim ki, “Bir oda gönderilen diplomalarla dolmuş. Benim burada diplomamı bulma imkânım yoktur.”
Giderken de hazırlıklı gitmiştim, bir şiir yazmıştım. Ve şiiri “Eğitim Başı” derlerdi, ona verdim. Okulun tam yetkilisi oydu. Okulu hep onlar idare ederdi. Evine, yemeğe gidiyordu. Şiiri aldı, bakaraktan gitti. Yemekten dönüşünde beni çağırttı. Beni aldı, müdür muavini odalarına götürdü. Orada müdürler var. 5-6 tane öğretmen vardı orada. Dedi ki “Durun bakın, şiir nasıl yazılırmış, nasıl okunurmuş. Al oğlum, oku bakalım” dedi. Bir okudum, beni aldı götürdü bu defa müdüre. Müdür deyince biraz dur orada. Nasıl bir müdür... Köy Enstitülerinin müdürleri doğrudan doğruya bakanlıkla iş görür, valilik bile yok ortada. Götürdüler beni, “Efendim, bu şiiri bu çocuk yazmış” dediler. Bir baktı şiire, bir de bana baktı. “Bunu sen mi yazdın?” dedi. “Evet, ben yazdım” dedim. “İnanmam ki” dedi. “İnanmayabilirsiniz efendim” dedim. “Haydi bir de bana yaz da inanayım” dedi.
Ben de, “Kâğıt kalem verin yazayım” dedim. Allah’ın işine bak. Kâğıt kalem vermekle hemen nasıl şiir yazılır? Bir yaprak kâğıt verdi, bir de kalem verdi, hemen balkona çıktım. Beş-on dakika sürmedi her halde. Eğitim Başı gitmişti kendi makamına, girdim içeriye çalışıyordu. “Yazdın mı?”, “Yazdım”, “Ver bakayım”. Baktı, iki şiiri birbirine iğneledi, “Gel bakayım” dedi. Beni götürdü ‘Eğitim Başı’na. “Yazın bunu okula, kaydedin” dedi. Öylece Köy Enstitüsüne kaydoldum.
Kayıt olduğunuz okul neredeydi?
Adana’ya bağlı Haruniye Düziçi derler, Düziçi Köy Enstitüsüydü okul. Şimdi kaza oldu orası. Ben okuldaki sivri talebelerdendim. Köy Enstitülerinin bir kolu öğretmen çıkarttığı gibi, bir kolu da sağlık memuru çıkartırdı. Üçüncü sınıfı bitirenler imtihana girerler, her enstitü on kişi alırdı, imtihanı kazananlardan. İmtihana girdik, imtihan daha başlamadan müdür girdi içeri, beni gördü. “Ulen sen ne yapıyorsun burada” dedi. Dedim “Efendim, ben de sağlık memuru olmak istiyorum.” Müdür itiraz etti: “Olur mu, sen sağlık memuru olunca senin hayatın biter, hiçbir gram ileri gidemezsin” dedi. Ben de sağlık memuru olmak istediğimi söyledim, biraz da edebiyat parçaladım. O da ısrar etmedi, “Sen bilirsin” dedi.
O zaman Yüksek Köy Enstitü’sü vardı. Fakülte sayılıyordu. “Söz veriyorum seni Yüksek Köy Enstitüsü’ne göndereceğim, gitme şu sağlık koluna, ayrılma” dedi. Biz ayrıldık. Hakkımızda böylesi daha hayırlıymış. Nitekim ben öğretmen olsaydım çekemezdim onların derdini. Hergün kavga yapardım, hergün de kaldırır atarlardı beni. Allah, beni Üstadıma benzeyen şekilde yaratmış. Onun gibi hiddetli, şiddetli.
İşte öylece Köy Enstitüsü mezunu olduk. Oradan sonra da sağlık memuru olmak için İzmir’e gittik. Aynı hava orada da esti. Her köy enstitüsünde sağlık kolu yoktu, üç-dört tanesinde vardı. Birisi Hasanoğlan’da birisi de İzmir, Kızılsu’daydı.
Köy Enstitülerin’de Allah’ı inkâr fikri işleniyor diye biliyoruz. Siz de bunu yaşadınız mı?
Elbette yaşadık. Bizim Köy Enstitüsünde bir öğretmenimiz vardı. Coğrafya dersi anlatıyordu. Dünya güneşten koptu şu oldu, bu oldu anlatırken çocuğun birisi dedi ki: “Efendim, güneşi kim yarattı? Güneşi de Allah yaratmadı mı?”
Öğretmenimiz, “(Haşa) Lan Allah’ı kim yaratmış?” dedi. Hem de bunu diyen, bizim Maraş’tan, dindar bir memleketin çocuğu. Ali Kaynak isminde birisiydi. Ama bizim gibi dindar talebeler çok üzgün oluyorlar böyle hadiseler karşısında. Çok üzüldüm. 2-3 gün sonra çarşıya indim, defter kalem alacaktım. Bir dükkânın önünde duruyordum. Burasını unutmayın: Okulumuzun bir gece bekçisi vardı. Maşallah beni şöyle bir tuttu götürdü içeride bir ihtiyarın önüne koydu. Sakallı bir ihtiyar. Dedi ki: “Efendim. Okulumuzun çok dindar bir talebesidir. Namazını hiç geçirmez” dedi. Yanına götürdüğü yaşlı amca da bana hitaben, “Oğlum yakında gördüğün bir rüyayı bana anlat” dedi. Bu sözleri duyunca şaşırdım. Şu hale bak! Bu adam evliya değil de nedir?
O günlerde şöyle bir hadise olmuştu: O öğretmenin öyle “Allah’ı kim yaratmış?” dediğinden 2-3 gün sonra bir rüya görmüştüm. Rüyamda tanıdığım bir müezzin bir minareye çıkmış, diyor ki: “Sizin putlarınız istedikleri propagandaları yapsınlar. Muhammed (asm) Allah’ın elçisidir.” Hemen uyandım defterime not ettim bu sözü. İşte oraya vardığımda, “ ‘Oğlum yakında gördüğün bir rüyayı bana anlat’ dedi” ya işte o rüya, bu rüya idi. Tabi ona bu rüyamı anlattım.
O zaman ezan Türkçe okunuyordu, değil mi?
Evet, ezanlar Türkçe okunuyor o zamanlar. O mübarek zat, “Bak oğlum. Allah sana doğruyu göstermiş. Hiç canını sıkma” dedi.
Sonra anladım ki bu zat sıradan bir adam değil. Osmaniye emekli müftüsü... Ali Haydar Aksay’ın ve Hasan Aksay’ın babası... Öyle bir adamdı işte. Hadiseler çok...
Neticede sağlık memuru olaraktan okulu bitirdim. Memlekete döndüm. O zamalar Halk Partili olarak bilinirdik. Demokratlar da beni Halk Partiliyiz diye Urfa’ya sürdü. Keşke daha çok sürselerdi.
Sizi niye sürüyorlar ki?
Particilikten. Partiyi beğenmeyenler ceza olarak sürülürdü.
Okuldan sonra dini inançlarınızda bir zaaf yaşadınız mı?
Olmadı, Allah’a şükür. Hatta beni edebiyat öğretmenimiz lavaboda abdest alırken gördü. Dedi ki: Çeleğen, sen abdest alıyorsun, namaz mı kılıyorsun? Evet efendim ben namaz kılıyorum, dedim. “Pekâla, bakalım mezun olunca da kılabilecek misin?” dedi. Sonra o adamın sözü çıktı. Ben şimdi bu konuyu bitireyim, sonra ona dönerim.
Buyurun...
Urfa’da bir nahiyeye tayin oldum. O zaman valimiz de Maraşlı’ydı. Nedim Evliyagil. O nahiyedeki sağlık ocağının önünde bir bahçe vardı. Orada oturuyorduk. Şöyle 5-6 tane genç geldiler, oturdular bizimle sohbet etmek için. Birine dedim ki: Sen evlendin mi? Hayır evlenmedim dedi. “Niçin evlenmiyorsun?” dedim. “Benim Üstadım da hiç evlenmedi” dedi. Bak ayağıma kadar gelmişler. Kimmiş o biliyor musunuz?
Badıllı Ağabey mi yoksa?
Evet, Üstad Bediüzzaman’ın talebelerinden Abdulkadir Badıllı Ağabey. Kaç sene sonra yine Abdulkadir Abiyle görüştük, ama niye o zaman yakalamadı ki beni?
Nasip başka güneymiş demekki ağabey...
Ben ondan sonra epey süründüm. Ha, namazı ne kadar terk ettiğimi bilmiyorum. Bir sene mi, yarım sene mi unuttum. Bir nahiye müdürü dedi ki: “Yahu sağlıkçı. Sen hoca gibi konuşuyorsun, ama niye namaz kılmıyorsun?”
Ben de hiç cevap veremedim. Ve babamın vefatı münasebetiyle memleketime taziye için gittim, Ekinözü’ne. Bizim Ekinözü’den bir tane Adıyaman vaazı vardı. O da bizim köylüydü. Kızını orada evlendirmişti de onlarla akraba olmuştuk, o da vefat etmişti. Onlar da taziyeye gelmişlerdi Ekinözü’ne. Adıyamanlılar taziyeye gelmişlerdi. Ben de babamın taziyesi için orada bulunuyordum. Aynı odada bulunduğumuz için söz döndü dolaştı Risale-i Nur’a, Nurculara kadar gitti. Ben de gazetelerde görürdüm. “Bu Nurcular da kim olur ya. Yeni bir din mi buldular? Yeni bir mezhep mi kurdular?” falan diyerek ileri geri konuştum. (Devam edecek)
Röportaj:
Faruk ÇAKIR - [email protected]
Abdullah ERAÇIKBAŞ - [email protected]
***
Risale-i Nur’la şüphelerden kurtuldum
Ali Çeleğen: “Çok muhtaç olduğum bir an, şüpheler içerisinde kıvranırken elime Risale-i Nur ulaştı. Başka kitap-lar ya sevaptan, ya da günahtan bahsediyordu. Sevaba günaha inanmayan adama bunlar bir fayda verir mi? Üstad Bediüzzaman ise, insanı gözünden yakalıyor, gözünden...”
Bediüzzaman’la mektuplaşan, şair Ali Çeleğen Ağabey hatıralarını Yeni Asya ile paylaştı.
Zaten o zamanlar Nur Talebelerinin aleyhinde propagandalar çoktu her halde...
Evet, gazetelerde aleyhte haberler çıkardı. Orada bulunan bir tane tatlı adam, “Kardaşım, sen hiç Risale-i Nur okudun mu?” dedi. “Hayır okumadım” dedim. İşte benim o zaman çok muhtaç olduğum bir an, şüpheler içerisinde kıvranıyorum. Bir dinî kitap alıyorum, okuyorum acaba kurtulur muyum diye. Bu kitap ya sevaptan bahsediyor ya da günahtan. Sevaba günaha inanmayan adama bunlar bir fayda verir mi? Cennetten bahsediyor, Cehennemden bahsediyor. Buna i-namayanlara bir fayda verir mi? Önce Yaratanı tanımadan onlara inanılır mı? Üstad Bediüzzaman ise, insanı gözünden yakalıyor, gözünden.
Bana bu soruyu soran Adıyaman müftülük kâtibi Abdulkadir Kayır idi. “Oğlum sen okur musun?” dedi. Okurum dedim. O benim adresimi aldı. Ben Narlı’ya döndüm. Maraş’ın Narlı nahiyesinde çalışıyorum o zaman. O da memlekete gitti. Bir hafta sonra kitaplar geldi. Sözler, Mektubat, Lemalar... Üçü de geldi. Şimdi ben o kitaplarla evliyim. Akşam olur yattım mıydı, arkama yastıkları sıralardım, o kitapları okumaya başlardım. Ben bir tarafa düşerim, kitaplar bir tarafa düşerdi... Ama nasıl okuyorum... Şimdi şikâyet ediyorlar, “Anlamıyorum” diye. Nasıl anlamazlar! Anladığım bana yetiyordu. Ne acayip haller oldu. Sonra, nahiye müdürü, “Yahu, sağlıkçı sende bir hal var” dedi. Ben namaza başlamıştım ya... “Ne oldu sana, bir şey mi oldu?” dedi. “Evet, oldu” dedim. “Ben Risale-i Nur okuyorum” dedim. O da dedi ki, “Aman, okuduklarını bana da ver. Ben de okurum, ben onları Maraş’ta kayınbabamda görüyordum” dedi. İşte benim Risale-i Nuru tanımam böyle oldu...
Nasip...
Varsa başka soracağınız?
Var, daha soracaklarımız var tabiî Ali ağabey. Nasıl oldu da DP sizi başka yere sürdü? Siz DP’li değil miydiniz?
O zaman hissî hareket ediyorduk. Niye? Ekinözü’ne bir sağlık memuru gelecekti. Ben de Halk Partisinden olursam, beni oraya tayin ederler diye düşünmüştüm. Çünkü Halk Partili olanlar eskiden beri her dediğini yaptırırdı. Başka bir düşüncemiz yoktu. Bunun için Halk Partili görünmüştük o zaman. Ama zaten okulda da bizi işlediler. M. Kemal’e şiirler yazmışım ben öğrencilik yıllarımda. Çıkmışım okumuşum, bayramlarda şuralarda buralarda...
Türkiye fakir bir ülkeydi. O günleri anlamamızı kolaylaştıracak misaller verebilir misiniz?
Şu andaki fakir dediğiniz ailenin yaşantısı her halde Sultan Abdülhamid’de yoktur. O zamanki fakirlik çok fazlaydı. O devir, bit devriydi. Trene binsen, eve vardığın zaman her tarafından bit dökülürdü. Halk Parti devrinde öyleydi. Ben izine giderken trenle giderdim, her tarafımız bit kaynardı. Her zaman da binemezdik. Bazıları pencereden binerdi. Bilet bulamazdık. Güç bela, bilet bulduğumuz olurdu. Çok perişanlık vardı...
Şunu da söyleyeyim: Musa Aleyhisselâm zamanında da Allah, bazı insanlara musibetler vermiş. Benzer musibetler biz o devirde de yaşadık. Biz çiftçiydik. Evde yığılı buğdayımız vardı. Yine de perişan idik. Buğdayı kim alır? Bir yerden bir yere buğday götürmeyi yasak ettiler. Ekinözü’nden Maraş’a buğday götürmek yasaktı. Götürüp satamazdık. İnönü devrinde tabiî... Allah, memleketi bir daha o günlere döndürmesin.
Din desen, dinin düşmanları...
Evet, o konudaki sıkıntılardan da biraz bahsetseniz? Kur’ân yasak, ezan yasak...
Hepsi yasaktı, evet. Ben okula vardığımda aslında 19 yaşındaydım. Ama rahmetlik babam, askere gittiğinde kemikli olsun, ezilmesin diye beni 3 yaş küçük yazdırmış. Nüfusa göre 16 yaşında okula başladım. Yaşım tam yazılmış olsaydı okula gidemezdim, askere giderdim.
Okula vardığımda çok acayibime gitti. Eğlenmeler, sahneye çıkmalar, kızlar-oğlanlar... Beraber oynamalar... Ben çok izdirap çekerdim. Namaz kılacak yer bulamazsın. Çalılar arasında bulursan... Öyle perişanlıklar çektik. Görseler birşey demezlerdi, ama yer de göstermezlerdi. Kolaylık sağlamazlardı.
Ramazan ayı geldiğinde sana ekmek vermezlerdi ki oruç tutasın. Biz, akşamın yemeğini arttırırdık da gece onu yerdik, oruç tutmak için. Sonra o müdürümüz gitti de, yerine bir müdür geldi. Onun teravihe gittiğini duyunca ne kadar sevindiğimizi anlatamam. Şöyle de bir hadise oldu: Bir gün bir arkadaş koşaraktan geldi. Dedi ki, “Arkadaşlar. Vallahi, billahi ben Bedri hocayı Cuma namazında gördüm!” Şu hadiseye bak! Bir öğretmenin cuma namazı kılması büyük bir hadiseydi. Bunlar çok eskide kaldı, şükür olsun...
Peki, Risale-i Nur’u tanıdıktan sonra nasıl yaşadınız?
Ben hiçbir sıkıntı çekmedim, Allah’a şükürler olsun. Benim hayatım iyi geçti ondan sonra. Bazı pehlivanlar güreşecek adam ararlar da bulamazlar, onun gibi. Konuşacak, anlatacak adam aradım hep. Kahvede konuşurdum, etrafımı sararlardı. Risale-i Nur anlatırdık tabiî Soru sorarlardı. Konuşturan kim? Risale-i Nur. Risale-i Nur, adamı adam ediyor. Diyor ya, “İman insanı insan eder. Belki insanı sultan eder.” Bunu yaşadık.
Bir gün kahvede konuşurken birisi beni aldı, uzaklara götürdü. “Ali Efendi seninle bir şey konuşacağım” dedi. Meğer, namus meselesi olmuş. Birinden bahsederek, “O adamı öldüreceğim” dedi. Ben de yapma, etme dediysem de sonradan duydum ki cinayet işlemiş. Soranlara da demiş ki, “Ali Efendi gibi bir kişi daha bana ‘yapma’ deseydi, bu kötü işi yapmazdım. Herkes, yap diye teşvik etti” demiş.
Mesela, bir defasında Davut Sularî (halk şairi) gelmişti. Abdurrahman Karakoç bana haber verdi, beraber kahveye gidelim dedi ve gittik. Nereden açıldıysa biz Davut Sularî ile münakaşaya tutulduk. Dedi ki, “Ben evlad-i Resulüm.” Etrafımız halkalandı. Ben de, “Nasıl olur, evlad-ı Resulüm diyorsun, ama saz çalıp dolaşıyorsun. Böyle olur mu?” deyince kalktı ve gitti.
Risale-i Nur’u okumadan önce benim bir köylüm vardı. O öğretmen olmuştu. Önce inançlıydı, sonra inançsız oldu. Tartışınca, “Ben sana Allah’ı isbat ederim” dedim ve “Kulhuvallah-ı ehad”i okudum. Tabii itiraz etti: Ben buna inanmıyorum ki, bana bunu okuyorsun dedi. Risale-i Nur’u okumadan ahmakmışım demek ki. Risale-i Nur’u tanıdıktan sonra yine karşılaştık ve Allah’a şükür onu ilzam ettim.
1982 yılında emekli oldum...
Üstadla tanışıklığınız, ziyaretiniz oldu mu?
Bir defasında bana Urfa’dan bir davetiye geldi, mevlid varmış. Giderken bizi yakaladılar ve karakola götürdüler. Bayram Yüksel Ağabey de beraberdi. Karakolda beklettiler ve sonra hakim huzuruna çıkardılar. Ben de diyordum ki, mahkeme huzuruna çıksam da bir konuşsam, bir anlatsam, Risale-i Nur’u bir savunsam... Allah’a şükür, güzel bir savunma yaptım. Bayram Ağabey sonradan haber gönderip, “Oradaki konuşmanı, savunmanı bize yaz ve gönder” dedi. Tabiî yazılı değildi, aynısını yazamadım, ama bir şeyler yazıp gönderdim. Çok heyecanlıydım o zamanlar.
Bir defasında da Maraş’tan Antep’e gidiyorduk. Kar yağmıştı. İçimizde elinde şemsiye olan birisi daha vardı. Meğer o sivil polismiş. Bizi o yakalattı. Sonra mahkemeden çıkınca dedi ki, “Ben ne zaman Risale-i Nur talebelerini yakalatıyorum, başıma bir iş geliyor. Bir daha bu işleri yapmayacağım” diye yemin etti. Bilmem tabiî daha yaptı mı bu işleri?
Üstadla mektuplaştım. Üstad’dan da bana 3 defa mektup geldi. Üstad beni tebrik etti ve “Seni has talebelerim arasında kabul ediyorum” diye yazdı, dua etti. Bunu derken de çok zoruma gidiyor, bunu ilân etmek gibi oluyor.
Bu mektuplar kayıp mı oldu?
Kayıp etmedik de, Necmettin Şahiner’e emanet vermiştik, onda kaldı. Üstad’a yazdığım “Hayattan Çizgiler”in yazılmasına da o sebep oldu. Bir şiir yaz, kitaba koyalım dedi biz de yazdık. (Ziyaret esnasında bu şiiri, damadı Feyzi Arslan Bey okudu, hep beraber dinledik.)
Üstadı ziyaret nasıp olmadı. Bizim Mekkeli Efendi diye bir şeyhimiz vardı, Mekke’den Türkiye’ye gelmişti. Arabistan’da Osmanlı’ya isyan olunca Mekkeli Efendi dediğimiz şeyh ve akrabaları itiraz etmiş ve “Yanlış yapıyorsunuz” demişler. Bunun üzerine bunları hapsetmişler. Daha sonra serbest kalınca Türkiye’ye gelmiş ve vefatına kadar burada yaşadı, daha Arabistan’a dönmedi. Ona dedim ki “Efendim, ben filan zatı ziyaret etmek istiyorum.” O da bana, “Memursun, zarar görürsün, gitme” dedi. Nasip değilmiş, ben de ziyarete gidemedim. Yoksa o demeseydi giderdim... Üstada yazdığım mektupda şiir de vardı.
Maşallah, hizmetlerle meşgul olan evlatlar da yetiştirdiniz. Bunu özel bir formülü var mı?
Çok şükürler olsun. Bunun sırrı, bizim evimiz mektepti. Böyle evlerden mezun olanlar öyle olur, başka türlü olmaz inşallah. Bizim evimiz, Risale-i Nur mektebiydi. Herkes dersine çalışacak. Mücahit, daha birinci sınıftaydan öğretmenler derlerdi ki, “Ali abi. Sen mi öğretip gönderiyorsun. Bize devamlı zor sorular sorarak perişan ediyor?” Hayır, ben ne öğreteceğim. Evde öğreneceğini öğreniyordu her halde.
Risale-i Nur’un yayın hakkı Diyanet’e verildi. Bu hususta neler söylemek istersiniz?
Bir şey diyemeyeceğim o konuda. Bazen fıttırıyorum, ne diyeceğimi de bilemiyorum. Onların hepsi çözülür gider. Yetkinin devlete verilmesi hiç uygun değil de, bunlar geçer. Hiç olacak şey mi? Bu zamana kadar hangi kitap devlet tarafından gasbedilmiş, bu kitaplar bizim oldu denilmiş? Var mı öyle bir hadise? Görülmüş mü, duyulmuş mu? Sonra onun varisleri yok mu? Onun varisleri de var. Üstadın sağlığında vekil ettiği talebeleri de var. Ama diyorlar ki, “O talebeleri götürdü verdi.” Ben de bilemiyorum. Diyanet’in bir suçu yok. Nereye vereceklerini bilemediler de Diyanet’e verdiler. Başka verecekleri yer yok. Ne yapsınlar onlar da.
Üstad demiş ya: Paşa, paşa. En büyük hakikat namazdır... Hainin hükkü merduttur... demiş. Ben de bir put kırdım demiş. “Pot kırdım demiş” diyorlar. Ne ‘pot’u? Üstad “put” kırdım diyor.
Bunlarda da bir hayr ve hikmet var. Ben kendi kendime dedim ki, “Bunlar ‘pot kırdım’ demekle (birilerini) sevindirirler. ‘Put kırdım’ deselerdi, düşmanlar belki harekete geçerdi. Koruma kanunu var ya... Belki böyle bir şeye takılmayalım diye böyle bir şey yapmışlardır diye aklından geçti.
Ama Üstad ‘put’ demiştir. Bunlar ‘pot’ diyorlar... (Oradaki muhavereyi tekrarlayarak) Üstad orada öyle bir şeriat, öyle bir kanun okumuş ki, hocalarımız bunu demezlerdi, diyemezlerdi. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur! Üstad bunu söylemiş ve göstermiş. Kimse de itiraz edememiş....
Ali Çeleğen'in yazmış olduğu bir şiir:
Bir hayattan çizgiler
— Muhterem Necmeddin Şahiner’e ithaf—
1876... Nurs’ta geldi dünyaya,
Tebessüm etti Said şemse, yıldıza aya.
Çocukluğu bambaşka, gençliği bir acâip,
Zekâsı şimşek şimşek ve ahvali garâip
İlim talep eylemiş Resûl-ü Kibriyadan,
Vadine mazhar olmuş rüya-yı sadıkadan.
Üç aylık bir tedrisle âlim olmak harika,
Kur’an’ı mürşid yaptı girmeden bir tarika.
O dessas İngilizin müstemlekât bakanı,
Saldırınca Kur’ana yandı, tutuştu canı.
Söz verdi i’cazını yaymak için cihana,
Mâveradan ruhuna tecelli etti mânâ.
Görünmüş İstanbul’da ilimde hakan olmuş,
İman meş’alesini yeniden yakan olmuş.
Tasdik etmiş ulema “Bediüzzaman” demiş,
Tam ismiyle müsemma serepa iman demiş.
Kâh ilim meclisinde ders okumuş Kur’an’dan,
Kâh düşman cephesinde at üstünde kumandan.
Vatan savunmasında vakit eylemezken zay,
Avcı hattında bile tefsir yazan miralay.
Bir avuç mücahidle dur demiş Kazaklara,
Göğsüne değen mermi fırlamış uzaklara.
Dost-düşman hayran iken ondaki cesarete,
Kader-i İlâhiyle girmiştir esarete.
Ondan kıyam beklemiş Nikola Nikolaviç,
O, Haktan gayrisine kıyam eder mi ki hiç?
Emretmiş idamını o, imandan nasipsiz,
Güya bir esir diye zanneylemiş sahihsiz,
İki rek’at namazda Rabbini zikreylemiş,
“Senin idam fermanın bana pasaport” demiş.
Hayran olmuş kumandan onun iman bağına,
Özür dilemek için tâ varmış ayağına.
Volga kıyılarında terk etmiş esareti,
Alkışlamış Almanlar o azim cesareti.
Tekrar mülâki olmuş şerefle vatanına.
Çok tebrikler yazdırmış hanına, sultanına.
İslâmın izzetini ezmesin melâl diye,
Nezreylemiş canını, almamış hiç hediye.
Meşihat-ı İslama aza olmuş fermanla,
Yazdığı reçeteler Kur’an'daki dermanla.
Tükürmüş müstevlinin o hayasız yüzüne,
İşgal başkumandanı idam yazmış sözüne.
O, hep derman aramış sinedeki yaraya,
Büyük bir ısrar ile çağrılmış Ankara’ya.
Son bulunca fırtına çekilmiş köşesine,
Gönül erbabı olan kulak vermiş sesine.
Bundan sonra başlamış işkenceler, çileler,
Hakkı nasıl susturur desiseler, hileler?
O, bir Kur’an bülbülü terennümü imandır,
Ona düşmanlık eden ya küfür, ya gümandır.
Şefkat dolu göğsünde yıldırımlar sönerdi,
Nice mütehayyirler hemen hakka dönerdi.
Düşman cephelerinde sipere girmez bile,
Hâkimler karşısında zillettir yalan, hile.
Dünyalıkta serveti ne çanak ne çömlektir,
Setr-i avrettir diye bir cübbe, bir gömlektir.
Ama sultanlar bile yanında gedâ olur,
Onun tuttuğu nura milyonlar fedâ olur.
Ona tesir edemez değişedursun zaman
O, Asr-ı Saadeti yaşayan bir Müslüman.
Müsbet hareket etmek en büyük düsturudur,
İsraf ençok düşmanı iktisat göz nurudur.
Anarşi belâsını haber vermiş tâ erken,
Kulak tıkamış başlar; o, çare İslâm derken.
İrfan mektebi açmış, sabır ile hilimle,
İman rükünlerini isbat etmiş ilimle.
Bu, Muazzez üstadın dâvâsının özü bu.
MUHAMMED RESÛLÜLLAH LÂİLÂHE İLLÂ HU.
Röportaj: Faruk Çakır - Abdullah Eraçıkbaş
Haber Merkezi