Kabil’in Habil’i öldürmesiyle başlayan kavga hâlâ devam ediyor. Bu kadim kavganın analizinde üç neden üzerinde durulur:
1- Mülkiyet paylaşımı
2- Cinsellik (Kabil, Habil’le nişanlanmış olan kız kardeşiyle kendisi evlenmek ister)
3- Kişilik yapısı; ikisi de aynı toplumun üyesi, aynı çevrede doğup büyümüş, aynı anne-babanın çocuklarıdır ama insan davranışının ezeli iki ucunu temsil edecek kadar ayrı kişilik yapısına sahiptirler. (1)
Bu kavganın nedenini tek kelimeye indirgersek karşımıza “menfaat” kelimesi çıkar. Kişinin kendi menfaatlerini en yüksek düzeye çıkarma isteğinin ana dinamiği, bir başka deyişle “motor gücü” ise her insanda belirli ölçülerde varlığını sürdüren ve belli ölçülerde terbiye edilmiş ve yönlendirilmiş narsisizmdir. Aslında tarih boyunca meydana gelmiş kıyımların, savaşların büyük çoğunluğunda (belki hepsinde) taraflardan en az birisinde bulunan dinamik etken maskelenmiş ve çoğunlukla toplumsal(laşmış) narsisizmdir.
Kavga bazen ilginç paradoksal sonuçlar da doğurur. Bazen Kabiller Habillerin duvara astıkları silahları ile onları avlarlar. Max Weber, 1904-5’te yayımladığı “Protestan Etik ve Kapitalizmin Ruhu” adlı uzun makalesinde değişik etkileşimler halinde din-etik-çıkar-ekonomi-otorite ilişkilerini ele alırken, Protestanlığın zühdü ve yoksunluğu öne çıkaran anlayışının tüketimi kıstığını, biriken sermayenin daha sonra dini ve etik çerçevelerden sıyrılarak amaç dışı bir sonuç olarak kapitalizmi ortaya çıkardığını öne sürer. (2) Kuzu kurt doğurmuştur.
Savaş değil savunma, tehdit değil güvenlik nedeniyle silahlanılır, savaşılır, insanlar öldürülür. Bu kavramlar sihirli sözcükler olarak kitleleri kolay hipnotize eder. Herkes kendi savaşının haklı, başkalarının savaşlarının haksız olduğunu düşünürse, savaşlar nasıl sona erer? En nihayet “ulusal güvenlik”in sınırlarını kim belirleyebilir? Askeri güvenlik, siyasi güvenlik… ve nihayet ekonomik güvenlik… Başkasının ekonomik veya askeri çöküşü bizim ekonomik güvenliğimizi garantiye alacaksa bu savaş nedeni olabilmeli midir? O zaman Chomsky’nin “Türkiye gibi paralı asker devletler…” tanımlamasına itiraz edebilir miyiz? Kavramlar ne kadar kaypak ve belirsizse, manipulasyon-yönlendirme-dezenforme etme mekanizmaları o kadar kolay işler.
Irak’a saldırma konusunda çok iştahlı olan ABD’li şahinlerin askeri sanayi ve finans kartelleriyle yakın ilişkileri dünya medyasında olduğu gibi Türkiye medyasında da gündeme gelmişti. Ancak Türkiye’de askeri mali yapının sanayi ve ticaretle birleşmesini sağlayan dişliler olan OYAK ve ASELSAN türü kuruluşlar, Savunma Sanayi Destekleme Fonu, bir dizi silahlı kuvvetleri güçlendirme vakfı gibi kuruluşlarla, Savunma Bakanlığı bütçesinin dışına taşan ama yönetimi ve denetimi askeri birimlerce sürdürülen oluşumların hesapları ve bağlantıları pek konuşul(a)madı. Türkiye’nin doğusunda onyıllarca süren “örtülü savaş”taki rant uzantılarının Türkiye’de kime yaradığı da…
Semavi dinler hatta hemen tüm dinler en temel ilkelerinden biri olarak insanları barışa ve kardeşliğe davet ederken, insanlar tarih boyunca belki de en büyük katliamları dinler adına yaptılar. “Bir yanağına tokat atıldığında öbür yanağını çevireceksin” diyen bir öğreti adına Haçlı Seferleri düzenlenmişken, 10 emirden biri “öldürmeyeceksin” diyen bir din adına her gün TV ekranlarımızdan yeni öldürülmüş taze çocuk cesetlerini seyrediyoruz. Diğer yandan barış ve kardeşliğe yaptığı teorik vurguya rağmen İslam’ın, Müslüman olmayan coğrafyalarda “kan ve kılıç dini” olarak algılanmasının Batılı oryantalist bakışın önyargıları yanında Müslümanların hangi hatalı pratiklerine tekabül ettiği de özgüvenli ve İslam tarihini ve psikososyal geleneğini de içine alan özeleştirel, ciddi ve muktezayı hale mutabık yeni bir anlayışla irdelenmeye muhtaçtır.
Çoğu zaman din adına yapılan savaşların psiko-sosyal analizi yapıldığında karşımıza ilginç ve örtülü bir gerçeklik çıkıyor; toplumsal narsisizm. Dinler ve benzeri üst sistemler asli yönüyle evrensel ve genel olan için bireyin kendisini bastırması ve sınırlamasını ilkesel düzeyde öne çıkarırken, ortaya çıkan durum bazen bunun tam tersi süreçlerce belirlenebiliyor. Aslında belli orandaki bir narsisizm tüm insanlarda bulunur. Bu, ölçülü miktardaki korku gibi, kişinin hayatını idame ettirmesi için de gereklidir. İnsanın gelişimi bir yönüyle mutlak narsisizmden nesnel düşünme ve nesne sevgisi geliştirme yetisine doğru bir gelişimdir. Bununla birlikte bu yeti belirli sınırları aşmaz. “Normal”, “olgun” bir kişi narsisizmini yok edemese de toplumca onaylanan en az duruma indirebilmiş kişidir. Toplumsal hayata uyum sağlamayı mümkün kılan iki yoldan biri olan bu durum, narsisizmin aşırı değil en uygun düzeyde olması, yani kişinin hayatını ve menfaatlerini koruyacak tarzda, toplumsal işbirliğiyle bağdaşabilecek bir çekirdeğe indirgenmiş olarak varlığını sürdürmesidir. İkinci yol ise bireysel narsisizmin topluluk narsisizmine dönüştürülmesidir. Bu durumda narsisist tutkunun nesneleri birey yerine boy, ulus, din, ırk vb. olmuştur. (3) O zaman da karşımıza milliyetçilik, ırkçılık ve bir nevi din milliyetçiliği gibi yaşanan taassup çıkacaktır.
Narsisist bağlılığın en tehlikeli sonucu; akli ve mantıki yargıların çarpıtılmasıdır. Narsisist bağlılığın nesnesi, nesnel değer yargılarına vurularak değil, benim bir parçam ya da benim olduğu için değerli (iyi, güzel, akıllı, vb.) sayılır. Narsisist değer yargısı önyargılı ve yan tutucudur. Bu ön yargı çoğunlukla şu ya da bu biçimde akla uydurulur. Bu akla uydurma işlemi kişinin (veya topluluğun-ulusun) zekâsına ve gelişmişlik derecesine göre az ya da çok çarpıtılmış olabilir.
Topluluk narsisizmini görebilmek, bireysel narsisizmi görebilmekten daha zordur. Birisinin çıkıp da başkalarına şunları söylediğini düşünelim: “Ben (ve benim ailem) dünyanın en üstün insanlarıyız; bizden temiz, bizden zeki, bizden iyi ve bizden dürüst insan yoktur.” Pek çok kimse bu insanın kaba, dengesiz, giderek deli olduğunu düşünecektir. Oysa bağnaz bir konuşmacı, kitlenin karşısına çıkıp da “ben” ve “benim ailem” yerine ulus (ya da ırk, din, siyasal parti vb.) koyarak bu konuşmayı yaptığında ülkesini, milletini vs. seven bir insan olarak övülecek ve değerli bulunacaktır. Diğer uluslar ve dinler bu konuşmaya kızacak ve makul bulmayacaklardır, ancak yüceltilen topluluğun içindeki her bireyin kişisel narsisizmi doğrulanacağı için kabul görecek ve milyonlarca kişinin paylaştığı bu yargılar akla-uygunmuş gibi görünecektir. Pek çok insanın nezdinde “akla-uygunluk” düzeyini akıl değil toplumun onayı belirler.(4)
Bu bağlamda belki de en çok sorgulanması gereken kavram “ulusal çıkar” kavramıdır. İktidar sahipleri hemen her zaman saldırganlığı ve fırsatçılığı “ulusal çıkar”ın gereği gibi göstermişler, insanlar bu ulusal çıkar kavramını çaresiz kabullenmiş ama içini aslında “ulusal hak” kavramının içeriği ile doldurmuşlardır.
Diğer yandan narsisizmi bir patoloji/psikolojik bozukluk olarak incelerken, bunun iki türü arasında ayrım gözetmek önemlidir.
1- Tehlikesiz narsisizmde narsisizmin nesnesi kişinin (veya topluluğun-ulusun) kendi çabaları sonucu ortaya çıkan bir değerdir. Örneğin kişi bir marangoz, bilim adamı ya da çiftçi olarak ürettiği-ortaya koyduklarından narsisistik bir kıvanç duyabilir.
2- Patolojik narsisizmde ise narsisizmin nesnesi kişinin yaptığı ya da ürettiği bir değer değil, sahip olduğu bir değerdir; örneğin, bedeni, dış görünüşü, sağlığı, zenginliği vb.
Birinci gruba girebilecek bir narsisistik doyum nesnesinden mahrum olan, yani ürettiği ya da başardıklarıyla kendisini ortaya koyamayan geri kalmış topluluklar, çoğunlukla, “aşağı ırk” olarak algıladıkları bir ırksal gruba üstünlük taslayarak, kendi imgelerini şişirirler: “Varlıklı ve bilgili biri olmasam da önemli biriyim ben; ‘beyazım’ ve/veya ‘Hıristiyan’ım.” (5) (Bir Hıristiyan olan E. Fromm yerine biz bu cümleyi kendimize de uyarlayabiliriz.)
Bazen bu durum dolaylı olarak tersinden de ifade edilebilir. Hatta çoğunlukla böyle yapılır. Sadece ötekinin kötü olduğu belirtilir; öteki geri kalmıştır, temiz değildir, daha tembeldir, daha haindir. Daha’nın öte tarafı alçaldıkça beri tarafı yükselecektir. Bu aşağılama uzaktaki ve sanal bir “öteki”ye karşı değil, çoğunlukla kendi içinde ve yanı başında olana karşı yapılır. Aynı veya komşu topraklarda yaşayan ve birbirlerine başka açılardan da bağlı olan toplulukların, örneğin İspanyollar ile Portekizlilerin, Kuzey ve Güney Almanların, İngiliz ve İskoçların birbirleriyle çatışmaları ve alay etmelerine Freud “küçük farkların narsisizmi” adını vermektedir.8 Bazen “öteki”ni dışlama ve aşağılama daha da ileri giderek patolojik bir düşünce yansıması olarak herkesi kapsar; düşman bir dünyanın ortasında, “O’nun ondan başka dostu olmadığına” inandırılan insanları savaşa hazırlıklı tutmak çok daha kolay olacaktır. Bu ulusal paranoya iktidarların elinde gizli bir silah olarak saklanır.
Hâlihazırdaki değerleri hakkında gizli bir özgüven eksikliği duygusunun sürekli geçmişteki (veya toplumlar için tarihsel) başarıları gündeme getirmesi ihtiyacı da bu mekanizmanın bir uzantısı olarak ortaya çıkar. Diğer taraftan “damarımızdaki asil kan”da rengini buradan alır!
Sonuç olarak;
Sosyal ve ekonomik düzlemde küresel bir barış için asgari düzeyde bir diğerkâmlığın olması zaruridir. Kuzeyin zengin 10 ülkesinin, güneye göre tam 75 kat daha zengin olduğu, dünyanın en zengin 10 kişisi arasındaki Microsoft’un üç ortağının kişisel servetinin yeryüzündeki 1 milyar kişinin servetinden daha fazla olduğu, Microsoft’un bir haftalık kazancıyla dünyada açlık sorununun geçici, iki aylık kazancıyla da kalıcı bir şekilde çözülebileceği hesaplanırken, her gün onlarca insanın açlıktan öldüğü bir küresel düzen, kalıcı bir barışı bu bünyede nasıl barındıracaktır?
Politik düzleme gelince; bugün Birleşmiş Milletler gibi uluslararası hukuk kurumlarını stratejik çıkarları için birer dekor olarak kullanan ABD’nin benmerkezci-narsisistik küreselleşme dayatmalarına karşı özellikle Irak saldırısı sonrasında belirginleşen “küreselleşen muhalefet” olgusu, küresel barışın tesisi için bir “imkân” teşkil edebilir. Hedefi oldukları güçlü bir tehlike karşısında birleşen zayıfların ortak gücü zorbalığı önleyebilir.
Kitle psikolojisinde “vicdan” daha az işe karışır, narsisizm daha gizli işler ve devletler kendilerini daha çok “la yüs’el” addetme eğilimindedirler. İkinci Dünya Savaşı’ndaki şok ve dehşetin gerekli kıldığı Nürnberg uluslararası yargılamaları bunun için bir örnek oluşturabilir. Son Irak örneğinde çok açık ortaya çıktığı gibi güçlü devletlerin dünya kamuoyunu çok da önemsemediği ve kuvvetin “hak” iddia edildiği durumların ortadan kalkması için saygın, adil, yaptırım gücüne sahip uluslar-üstü hukuksal kurumların oluşturulması veya var olanların bu ihtiyaçlar nezdinde rehabilite edilmesi gerekir. Zira küreselleşen ilişkiler, küresel bir adalet mekanizmasının güvencesini de gerekli kılacaktır.
“Medeniyetler Çatışması” adlı makalesiyle gerek 11 Eylül’den önce, gerekse 11 Eylül’den sonra adından sıkça söz ettiren Harvard Üniversitesi Öğretim üyesi Samuel Huntington 11 Eylül’den sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle diyordu: “Usame bin Ladin, uygarlık kimliğini yeniden kuvvetlendirdi. Batı’ya karşı savaş açarak aslında Batı’nın ortak savunma kimliğinin oluşmasını sağladı.” Bu okuma biçimi tartışılabilir olsa da daha az tartışılabilir olan bir gerçek bu okuma biçiminin kör noktasında bulunuyor: Irak saldırısı sırasında ve öncesinde belki de yeryüzünde ilk defa farklı dinlere, farklı politik görüşlere ve hayat anlayışlarına sahip insanlar dünyanın değişik ülkelerinde, değişik dillerle aynı sloganları haykırdılar, aynı amaç uğruna yürüyüp değişik dillerde yazılmış aynı içerikli pankartları taşıdılar. Haksızlık ilk kez bu ölçekte bir tepkiselliği karşısına toplamayı başarabildi (!).
“Ezcümle” yerine Brezilyalı ünlü yazar Paulo Coelho’nun dünya medyasında “açık mektup” olarak yayımladığı ve içinde onlarca kez George W. Bush’a teşekkür ettiği yazısından küçük bir alıntı: “Teşekkür ederiz sana büyük önder George W. Bush. Bu yüzyılda pek az kişinin üstesinden geldiği bir şeyi başardığın için teşekkür ederim. Bütün kıtalarda yaşayan milyonlarca insanı aynı fikir uğruna savaşmak üzere bir araya getirdin, bu fikir seninkine karşı ama olsun… Teşekkür ederim, çünkü sen olmasan harekete geçme yeteneğimizi keşfedemezdik. Bu kez işe yaramayabilir, ama ileride yararı olacağı kuşkusuz…” (6)
Dipnotlar:
1. Ali Şeriati, Toplumbilim Üzerine, Bir Yayıncılık, İstanbul 1985, s. 105-106.
2. Donald MacRae, Weber, AFA Yayınları, İstanbul 1985, s. 80-83.
3. Erich Fromm, Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, Payel Yayınevi, İst. 1979, s. 64.
4. Age., s. 81-82.
5. Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, Metis Yayınları, İstanbul 1999, s. 70.