Zaman zaman ülkemizde bazı kesimlerce sürekli ve kasıtlı olarak ‘Türkçe ibadet’ konusu gündeme taşınır, gerek yazılı ve gerekse görsel basınımızda bu konu üzerine açık oturumlar, paneller düzenlenir, tartışmalar yapılır. Bu tartışmalar bazen iyi olmayan, hoş olmayan sahnelerin ortaya çıkmasına sebep olur.
Çok iyi biliyor ve hatırlıyorum ki, bu tartışmalar yıllar önce ‘Türkçe Ezan’ üzerine başladı. Eskiden beri bazı yazarlar tek parti döneminde uygulanmakta olan ‘Türkçe Ezan’ okunmasının 1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidara gelişi ile yeniden aslına dönmesini, yani Arapça okunmasını içlerine sindirememişler, kendilerinin namazla niyazla, ezanla alâkaları olmadığı halde her fırsatta bu konuyu yeniden ele alıp işlemeye ve kafaları bulandırmaya, ülkenin huzurunu bozmaya çalışmışlardır.
Bu konuda bir hatıramı izninizle burada arz etmek istiyorum.
Yıllar önceydi. Şu anda batıya yerleşen ve yıllarca sol kesimin bayrağını taşıyan çok yakınım olan bir zat emekliliğini istemiş ve bizleri görmek için birkaç günlüğüne ilimize teşrif etmişlerdi. Bu çok yakın akrabam başka bir çok yakın akrabamın evinde konuk iken, ben de hem ziyaret ve hem de sohbet etmek niyeti ile yanıma şimdi rahmetli olmuş, o zaman polis, çarşı karakolunun önünde bakkallık yapan Hoca İsmail Yaprak’ı, nam-ı diğer “İsmail Baba Hazretleri”ni de alarak onun ziyaretine gittik.
Güzel bir yaz akşamıydı. Mehtaplı ve berrak bir geceydi. Yenilen yemekten sonra çaylar geldi ve sohbet faslı başladı. Siyaset konuşuldu, ekonomi konuşuldu, İran’ın yeni rejimi konuşuldu. Halepçe’de meydana getirilen vahşet, soykırım ve Jenojist konuşuldu ve sonunda söz döndü dolaştı Türkçe ezan üzerinde odaklaştı. Daha doğrusu batıdan gelen yakın akrabam sözü evirdi, çevirdi ve getirip Türkçe ezana bağlayarak, şimdi rahmetli olmuş İsmail Yaprak Hocaya döndü ve gayet kibarca: “Hocam madem ezan bir çağrıdır, niçin Türkçe olmasın, bana anlatır mısınız?“ diyerek ilk sorusunu sordu.
Rahmetli İsmail Yaprak Hoca, nam-ı diğer Hazret’imiz sanki böyle bir soruya muhatap olacağını biliyormuşçasına şöyle bir durakladı, oturmakta olduğu minderin üzerinde şöyle bir doğruldu. Elinde tuttuğu yarısı içilmiş çay bardağını önündeki tabağa yerleştirdi, gayet sakin ve müşfik bir sesle:
“Hocam siz namaz kılıyor musunuz?” diye sordu.
Benim çok yakın akrabam, İsmail Yaprak Hocanın, bu sorusuna: ”Hayır hocam, kılmıyorum” cevabını verince İsmail Hoca, aynı sakinliğini sürdürerek ve kendinden emin bir ifade tarzı ile:
“Hocam madem siz namaz kılmıyorsunuz, sizi Yaratana, sizi yoktan var edene, sizi her türlü nimetleriyle perverde eden Ezel ve Ebed Sultanına ibadet etmiyorsunuz ve belki de böyle bir sultanın varlığını kabullenmiyorsunuz, o halde ezanın Türkçe veya Arapça okunuşu sizi niye bu kadar ilgilendiriyor? Bırakınız; ezanın Türkçe veya Arapça veya Farsça veya başka bir lisanla okunup okunmamasını namaz kılanlar, ezana ve o İlâhî çağrıya ihtiyacı olanlar düşünsünler. O belâgatlı, o şiirimsi âhengi taşıyan ezanı, 1400 yıldan beri minarelerden yükselen o güzelim ezanı aslından dinlemek, huzur bulmak ve o sese, o çağrıya koşmak, bu sesin ardından secdeye kapanmak, bu ses ile mutluluğa ermek bu ses ile Yaradan’la buluşmak isteyenler düşünsünler.
Şunu da biliniz ki, dağdaki çobandan tutunuz da, şehirdeki berbere, hiç okur-yazar olmayan hamaldan tutun da en tahsilli insana kadar hangi milletten olursa olsun, hangi dili konuşursa konuşsun halkımız ve dünyadaki bütün halklar okunan ezanın manasını ve okunuş gayesini çok güzel biliyor, anlıyor, ruhunda duyuyor, damarlarında hissediyor ve o sese kulak verip o ses ile Yüce Mevlâ’nın dergâhına koşuyor.
Aydın tanınan (veya öyle zannedilen) yakın akrabam ile beraber, sohbetin yapıldığı odada bulunanlar; yaşlısı, orta yaşlısı ve genci ile herkes adeta taş kesilmiş, İsmail Yaprak Hocayı dinliyorlardı. Büyük bir sessizlik hakimdi. Bir sinek uçuverseydi kanadının sesi duyulurdu diye bir söz var ya, aynen onun gibi bir şey...
***
Amcam oğlunun konuğu olan bu yakın akrabam yıllarca öğretmenlik yapmıştı. Binlerce öğrenci yetiştirmiş ve ömrü okumakla geçmişti. Odada bulunanların çoğu en az lise mezunu idiler ve İsmail Yaprak Hoca hariç tamamı devlet memuriyetinde bulunmuşlardı. Aynı zamanda mütedeyyin kimselerdi. Ama burada bilen konuşuyordu.
Bir konferans salonuna dönüşmüş odada herkes susmuş, bir bakkal konuşuyordu. İlkokul diploması bile olmayan, mektep medrese görmemiş, toplumun cahil gözüyle baktığı bir kesimin içinde bulunan bir insan konuşuyordu. Pürüzsüz konuşmakta idi. Konuşurken kurduğu cümleler bir sanat, bir edebiyat şahikasıydı. Dudaklarından akıcı bir üslûpla dökülen cümleleri kolay kolay hiçbir edebiyat hocası, hiçbir dil bilimcisi, hiçbir şair bu şekilde beliğ bir tarzda ortaya koyamazdı.
Evet, bakkal konuştu, peynirci sevgili İsmail Yaprak konuştu, konuştu biz dinledik tâ ki sabah ezanı okununcaya dek. Müezzin: “Allahu ekber, Allahu ekber” dedi, biz huşu içinde dinledik ve abdest alınıp sabah namazı kılındı. Ardından rahmetli hoca konuşmasına kaldığı yerden devam etti.
Evet, rahmetli İsmail Yaprak kardeş konuşuyor ve konuştukça ruhunda fırtınalar kopuyordu.
“Bak hocam,” dedi. “Ben ne idim biliyor musun? Ben bir hiç idim, ben bir yoksul kimse idim. Babam vefat etmiş ve annemle birlikte beş kardeşimle ben, yani yedi nüfus kimsesiz kalmıştık. Çeşitli işlerde çalıştım, lokantalarda bulaşıkçılık yaptım. Ardından dükkânlarda tezgâhtarlık yaptım. Ufak tefek alış veriş işleri ile uğraşarak rızkımı temine çalıştım.
“O günlerdeki resmimi görseniz korkarsınız. Kimseden çekinmez, kavgacı bir tiptim. Başımda siyah bir fötr şapka vardı. Şapkamın kenarına bir kuş kanadından ayırdığım yeşile çalan bir telek takmış, bıyıklarımı burarak kulaklarıma doğru uzatmıştım. Elimde başı topuzlu bir deynek vardı ve topuzun her yanı atlara nal takılırken kullanılan çivilerle bezenmişti. Çünkü kavga ettiğim kimselere öldürücü darbe vurmam tabiatım gereği idi. Babamdan ve ailemden gördüğüm iman, Allah’a ve Peygamberine, meleklerine, kitaplarına, öldükten sonra dirilmeye, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine iman etmekte idim. Ama bu taklidî bir imandı. Her taklidî iman sahibi gibi benim imanım da bir fiske ile yerle bir olabilirdi. Namaz kılardım, oruç tutardım, kötü huylarım yoktu. Anlayacağınız vasat bir insan idim.
“Ama hocam bir gün geldi o sesi duydum. O sese koştum. Kur’ân’a koştum hocam. Nura ve Nurun saçtığı aydınlığa koştum. İçim temizlendi, kalbim yumuşadı. Evet bütün benliğimle İslâm’a döndüm, ona sarıldım. Kur’ân okudum, Beddiüzzaman Said Nursî’yi okudum. Risale-i Nurları okudum. Okudukça imanım kavîleşti. Okudukça huzura kavuştu bedenim ve ruhum. Artık mücevherlerle idi benim işim, tenekelerle uğraşmıyordum. Attım Kerem ile Aslı hikâyelerini, attım elimden bizleri devamlı ağlatan, yasa boğan Sürmeli Bey masalını. Elmasları avuçladım, zümrütlerle bezendim. Telekli foterimi çoktan atmıştım çöplüğe. Başı topuzlu sopamı anama verdim tandırda yaksın diye. Ruhuma verdiğim çeki düzen yanında, bedenime ve dış görünüşüme de elimden geldiği kadar çeki düzen vermeye çalıştım. Yine çalışıyordum. Hatta daha çok çalışmakta idim. Beni yaratan, kâinatı yaratan rızkımı veriyordu, verecekti. Vermeyi vaad etmişti. Ve vaadinden (hâşâ) dönmesi mümkün değildi.
“Evet hocam bu kez bilerek, anlayarak namaz kılıyordum. Bu kez bilerek, anlayarak ezana kulak veriyor, çağrıya koşuyordum. Gelin deniyordu, namaza gelin deniyordu. Hayye ale’l-felâh. Yani kurtuluşa gelin deniyordu. Kurtuluşa doğru koşmalı idim ve koşuyordum. Kurtuluş ondaydı, kurtuluş imandaydı. Umut ondaydı. Onu bulmadıktan sonra, kurtuluşa ermedikten sonra dünyanın sultanı olsa idin kaç para ederdi? Bir yavru nasıl annesinin kucağına koşar, sığınır ve kendisini emniyette hisseder ise–-ki bütün mahlûkat için bu böyledir-–ben de ona sığındım, O’na dayandım ve kendimi emniyette hissettim.
“Bu kez kıldığım namaz bana daha da bir lezzet vermeye başlamıştı. Okuduğum Fatiha Sûresinin ve diğer bazı sûrelerin Türkçe’sini de ezberledim. İnsanoğlunun iman ve ibadet esaslarını kapsayan ve Kur’ân’ın manalarından süzülmüş bir sûre olan Fatiha Sûresinin 5’inci âyetinin Türkçe’si aynen şöyle idi: ‘Biz yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım bekleriz.’
“Aman Allah’ım, bu ne yüce söz. Yalnız O’na kulluk etmek, yalnız O’ndan yardım beklemek. O anda dünyanın en özgür, en mutluluğa ermiş insanı idim. Artık kâinatta hiçbir güç, hiçbir insan ve hiçbir düşünce beni kendine ram edemez, beni kula kul olmaya zorlayamaz, beni esir ve köle edemezdi.
“Ne diyordu Yunus Emre: ‘Ballar balını buldum, / Peteğim yağma olsun.’ Evet ben artık gerçek balı bulmuştum, doğruyu bulmuştum, güzeli bulmuştum. Sultanlar Sultanını bulmuş, Padişahlar Padişahına tabi olmuştum. Şahlar, beyler ve gedalar aynıydı artık gönlümün meclisinde. O’na kul olan kurtuluşa erenlerden olurdu. Hedefim hakikî imanı elde etmekti. Çünkü Üstad’ın ifadesi ile: ‘İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir.’ Çelikten zırha bürünür, Salih’ler meclisine dahil olurdu.”
İsmail Yaprak Hoca, nâm-ı diğer “İsmail Baba Hazretleri” veciz konuşmasını şu sözlerle noktaladı:
“Şunu da bilmemiz gerekir ki, Ezan sadece çağrı değildir. Ezan günde beş vakit bütün kâinata, ins ve cin dahil bütün mahlûkata Allah’ın vahdaniyetini, yüceliğini ve Hz. Muhammed’in (asm) O’nun peygamberi olduğunu ilân etmektir..”
Bu sözlerin akabinde tatlı bir tebessümle benim çok yakın akrabamın yüzüne baktı. Onun adeta dili tutulmuştu. Sadece dudaklarından gayet hafif ve derinden gelen bir sesle şu sözlerin döküldüğünü duyduk:
“Evet hocam, sen haklısın.”
***
Evimize ve hatta işlerimizin başına dönmemiz gerekiyordu. Benim çok yakın akrabam, bütün itirazlarımıza rağmen, bizleri bahçe kapısını da geçerek ana caddeye kadar yolcu etti. Biz yolumuza devam ettik, o ise dönerek istirahata çekildi.
Evet tatlı, hoş ve faydalı bir sohbet tatlı bir şekilde sona ermişti. Ne diyordu Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri: ”Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.”
Sevgili İsmail Yaprak Hocamız birkaç yıl önce ebedî hayata göç etti ve çok sevdiği, insanların en yücesi, en sevimlisi ve en güzeline, âşıkı olduğu Peygamber-i Zîşan’ına kavuştu. Çok sevdiği Üstadı ile buluştu. Biz ise hâlâ postu sermiş bir vaziyette yerimizde durmaktayız. Ama serdirmezler, yeter ki biz bunun idrakinde olalım.
TEMURLENK BOZKURT