Bediüzzaman’dan Şaşmaz Bir Mesaj
Ümitvar olunuz. İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak; ve hakim, hakaik-ı Kur’âniye ve imaniye olacak.
“Efendim! Sizleri Şam âlimleri adına dâvet ediyorum. Yüksek fikirlerinizden biz de istifade etmek istiyoruz…”
Bu dâvet, Şam’da görev yapan ünlü bir generalden gelmişti.
Bediüzzaman ise bunu fırsat bilerek, 1911 yılında Şam’a gitti. Hem Şam âlimleriyle tanışacak, hem de Arap dünyasını yakından tanıyacaktı.
Bediüzzaman’ın Şam’a geldiği duyulunca, kendisine ayrılan ikametgâhı dolup taşmaya başladı. İstanbul âlimlerinin baş edemediği bu genç zatı, Arap âlimleri çok merak ediyordu. Şam’daki âlimler ve halk, Bediüzzaman’a öylesine ilgi gösteriyordu ki, ziyaretçilerinden dolayı çalışma programı altüst olmuştu. Herkesin tek tek merakını gidermek mümkün değildi.
Şam âlimleri buna bir çözüm bulmak için, Emeviye Camii’nde Bediüzzaman’ın bir konuşma yapmasını istediler. Bu güzel fikri, Bediüzzaman da kabul etti.
***
Bediüzzaman’ın Emeviye Camii’nde konuşma yapacağını duyan halk, erkenden yollara düşmüşlerdi.
Kalabalık öylesine yoğunlaşmıştı ki, on binden fazla insan Bediüzzaman’ı tanımak ve fikirlerini dinlemek için birbirleriyle yarışıyordu. Caminin tarihinde böyle bir insan seli oluşmamıştı. Ayrıca camide, çevrenin en tanınmış âlimlerinden onlarca kişi de yerini almıştı.
Bediüzzaman, caminin içini ve dışını dolduran coşkulu kalabalığın merak dolu bakışları arasında kürsüye çıktı. Duruşu, hali, genç ve dinamik yapısıyla göz dolduruyordu. Osmanlı Devleti’nin sarsıldığı, dört bir yanda çöküşlerin ve isyanların başladığı o karanlık günlerde, halk bir ümit, bir ışık arıyordu. Herkesi gelecek korkusu sarmıştı. Toplumsal problemleri ve çıkış yollarını çok iyi bilen Bediüzzaman, bu psikolojik hava içinde tarihî konuşmasına başladı. Camideki binlerce kişilik kalabalık, İslâm dünyasının ümidi haline gelen Bediüzzaman’a kilitlenmişti.
“Ey Arap kardeşlerim,” diye başladı, ünlü konuşmasına… “Ben size ders vermek için buraya gelmedim. İçinizde yüzden fazla âlim bulunan bu kalabalığın önüne, ‘Dersimi iyi öğrenmiş miyim?’ diye çıktım. Ben size öğrendiklerimi sunacağım, siz de yanlışlarımı düzelteceksiniz.”
Girişi harikaydı. Bu mütevazı hali, dinleyenler arasında müthiş bir dalgalanma oluşturmuştu.
“Kardeşlerim,” diye devam etti.
“Ben bu zamanın hayat okulundan ders aldım ve anladım ki, Avrupalıların bizleri geçmesine sebep olan ve bizleri de ortaçağın karanlığına iten, altı tane toplumsal hastalık vardır.
Birincisi: Ümitsizliğin içimizde hayat bulması…
İkincisi: Doğruluğun siyaset ve cemiyet hayatında ölmesi…
Üçüncüsü: Düşmanlığa sevgi…
Dördüncüsü: Müslümanları birbirine bağlayan nuranî bağları bilmemek…
Beşincisi: Baskıcı yönetimler…
Altıncısı: Şahsî menfaati için çalışmak…”
Bediüzzaman, yalnızca toplum hastalıklarını sorgulamakla kalmadı, onların sebeplerini ve çözüm yollarını da gösterdi. Saatler süren o muhteşem konuşma, nefesler tutularak dinlenmişti. Hele âlimlerden büyük bir kısmı, İslâm âlemine sunulan çözüm tekliflerini dinleyince gözyaşlarına boğulmuştu.
Özellikle de geleceğe dair verdiği müjdeler, ümitsizlik içinde çırpınan insanlar arasında büyük heyecan meydana getirmişti. Bu konuşma sıradan bir konferans veya hutbe değil, gelecek asırlara da hayat stratejisi ve planları sunan, şahane bir teklifler listesiydi.
Konuşmasını cemaatin “Âmin, âmin!” sesleri eşliğinde tamamladı:
“Yaşasın doğruluk, ölsün ümitsizlik, sevgi devam etsin. Şûrâ güç kazansın. Nefsinin peşinden gidip günahlara dalanlara yazıklar olsun! Selâm ve esenlik Allah’a uyanların üzerine olsun.”
Bediüzzaman’ın bu konuşması daha sonra Hutbe-i Şamiye (Şam Konuşması) olarak kitaplaştırıldı. Birçok kez basıldı. Bu kitap Bediüzzaman’ın hâlâ ilgiyle okunan eserlerinden birisidir. Ve bu kitapta sunulan tavsiyeler, hâlâ hayret uyandıracak kadar tazedir.
OKUMADAN GEÇMEYİN
Başkasının parası boğazımdan geçmiyor
Şam ziyareti ile gözleri ve gönülleri dolduran Bediüzzaman’ı, halk ve ileri gelen zatlar bırakmak istemiyorlardı. Onun hediye ve ikramlara boğup Şam’da kalmasını arzu ediyorlardı. Bediüzzaman, hayatı boyunca kimseden karşılıksız bir şey kabul etmemişti. Gençliği, valilerin, aşiret beylerinin ve tanınmış kişilerin arasında geçtiği halde, asla paraya ve şahsî çıkara tenezzül göstermemişti. Kendisine getirilen bir hediyeyi, parasını vermeden almazdı. Hatta misafir olduğu evlerde bile, yediği yemeğin parasını verirdi. Ama kendisi için ziyarete gelenlere:
“Siz benim için yoruldunuz, buralara geldiniz” diyerek yol paralarını verirdi.
Hediye kabul etmeme ya da ederse de parasını verme konusuyla ilgili Bediüzzaman’ın çok hatıraları vardır. Bunlardan birisi de şöyle olmuştur:
Üstad, “Optalidon” ilâcı kullanırdı. İlâcı bitmişti. Kardeşlerden birisine yüz kuruş para vererek eczaneye gönderdi. Ancak ilâcın fiyatı yüz on kuruşa çıktığından, o kardeş on kuruş ilâve etmişti.
Üstad ilâcı yutmak için ağzına aldı, ancak bir türlü yutamıyordu. Sonra o kardeşi çağırıp ilâcı kaça aldığını sordu. Yüz on kuruşa aldığını söyleyince on kuruş daha verdi ve sonra ilâcı rahatlıkla içti.
Bu ibretli olaya şahit olanlara döndü:
“Kardeşim işte görüyorsunuz,” dedi. “Başkasının malını yiyemiyorum, boğazımdan geçmiyor.” (Muhittin Yürüten)
HALİT ERTUĞRUL