“18.yy ile başlayarak kuvvet alan ve birbirlerine tepki amaçlı çıkan kapitalist, faşist, sosyalist ideolojiler, özellikle kapitalizm, insanı “rasyonel bir varlık” olarak gördü. Böylelikle, insan adeta ekonomik bir hayvan olarak muamele tabi tutuldu, ruhu incitildi.”
Bediüzzaman Said Nursî İslâmiyet’in insanlığı her yönden mükemmelleşmesini esas ve hedef aldığını ve Batı Medeniyetinde bu tarz bir yaklaşımın mevcut olmadığını belirtir. Bugünkü Batı Medeniyeti insaniyetin saadetini temin etmediğini ve medeniyetin hakiki mânâda medeniyet sayılabilmesi için gereken ölçüsünün “Saadet odur ki, külle, ya eksere saadet ola. Bu ise, ekall-i kalilindir (en az) ki, nev-i beşere rahmet olan Kur’ân, ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder.” ifadesindeki hakikatler ile olacağını ortaya koymaktadır. Bediüzzaman’ın şu ifadeleriyle ortaya çıkmaktadır ki Batı Medeniyeti, hakim medeniyet olması itibariyle insanlığın ekseriyetinin saadetini temin edemediğinden, hakiki medeniyet olarak değerlendirilemez. Hakiki olmayan bir şey fıtrata zarar verir. Aslını da arattırır. Gerçekten de 15-16 yüzyıllardan itibaren gelişen hümanist anlayışlarla birlikte, papazların ve ruhanî liderlerin tahakkümlerinin de etkisi ile Avrupa, insanını hakim din ahlâkı yerine insanın maddî duygularını tatmin eden, ruhî cenahı devre dışı bırakan, fıtrattan uzaklaştıran, fazlasıyla hedonist bir tutuma itti ve bu felsefesini dünyanın her tarafına yayarak kendisini de dünyayı da çatışma haline, eşhasları fakir, ahlâktan yoksun bir hale soktu, insanlığın saadetini bozdu. İnsanlığın ekserisinin saadetini temin etmek bırakın şöyle dursun, aksine daha da kötü bir hal aldı. Güven duygusu köreldi, iyi ve kötü bir arada yaşamaya başladı, “bana göre” ahlâkı revaç buldu. Yine Bediüzzaman’ın da ifadesi ile ne yazık ki insanlık bunlardan ders çıkarmayarak o seyyiatları, o sefahatleri mehasin zannedip, taklit edip, mutluluk algısını modernizm kisvesi altında tamamen maddî zevklerine (ekonomiye) bağladı.
Batı Medeniyetinin beş menfî esası
Bediüzzaman’a göre insanlığı böyle sefih hale getiren Batı Medeniyetinin beş menfî esası vardır:
“1. Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise, şe’ni tecavüzdür.
• 2. Hedef-i kastı menfaattir. O ise, şe’ni tezahumdur.
• 3. Hayatta düsturu cidaldir. O ise, şe’ni tenazudur (çekişmedir).
• 4. Kitleler mabeynindeki rabıtası, âharı yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise, şe’ni müthiş tesadümdür (çarpışmadır).
• 5. Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci ve arzularını tatmindir. O heva ise, insanın mesh-i manevîsine sebeptir.8”
BU ESASLARIN KAYNAĞI
Batı Medeniyeti’nin Üstad tarafından yukarıda sayılan menfî esasları, doğuşu ve hakim olduğu yıllar içerisinde pek çok felsefî ve ideolojik yaklaşımları ortaya çıkardı. 18. yy ile başlayarak kuvvet alan ve birbirlerine tepki amaçlı çıkan kapitalist, faşist, sosyalist ideolojilerden, özellikle, kapitalizmin insanı “rasyonel bir varlık” olarak görmesi ile birlikte, insan adeta ekonomik bir hayvan olarak muamele gördü, ruhunu incitti. Kapitalizm ya da kapitalizme yakın diğer fikirler fiiliyatı ve düşüncesi ile insan kavramına böylesi aşağı bir düşünce ile yaklaşmakla kitleleri fakirleştirmiş, metaların kölesi haline getirmiş ve zengin tabakasının kölesi haline getirmiştir. Bunun sonucunda zengin tabakalar çok güçlü ve otoriter hale gelerek yönetimleri ellerine aldılar ve tabiî bunları da yaparken dayanak noktalarına kuvveti esas aldılar. Temel dayanağı ya da paradigması “kuvvet” olan bir düşüncenin, Bediüzzaman’ın ifadesi ve tespiti ile, gereği “tecavüz”, yani hak hukuk dinlemeden gasp etmek olacaktır. Zira kuvvetli olmanın verdiği en önemli refleks hedef-i kastın menfaat olması ile birlikte hakim olma, idare etme ya da ele geçirmektir. Nitekim Batılı devletler için de öyle oldu. 18. yy endüstriyel kapitalist dünyasının bu kuvvet, menfaat odaklı medeniyet felsefesi ile kendi keyifleri ve menfaatleri için dünya devletlerini sömürüye başlaması bu izahımıza büyük bir dayanaktır. Elbette ki örnek verdiğimiz bu dayanak insanlığı daha da dağdağalı bir şekle soktu. Gasp, tecavüz, haksız kazanım ya da sömürü ile gelen paylaşımlar hak edilmeyen bir paylaşım olduğundan ve aynı zamandan Üstadın da ifadesiyle seyyiatı hasenata galip getirdiğinden, insanlığa iki dehşetli Harb-i Umumi tokadını yedirdi, yeryüzünü kana bulaştırdı. İş sadece kapitalizmin sonuçları ile kalmayıp orta ve yakın zamana (1917-1990’lar) kadar hayatını sürdüren ve kapitalist rejimlere muhalif olmak adına ortaya çıkan faşizm ve sosyalizm (komünizm), insanlığın başına soğuk savaşları, din savaşlarını ve ahlak savaşlarını ekleyerek insanlık saadetine muhalefet olmaya kendilerini aday gösterdiler. Sosyalizm kapitalist tezlere muhalif olarak sergilediği yaklaşımlarla insanları devlet baskısı altına aldı. Bunu yaparken de bireylerin duygu ve düşüncelerini “eşit olmak” gibi bir ütopik yaklaşımdan yola çıkarak tahakküm altına aldı. İnsanları belirli zengin tabakalara değil de devlete köle yaptı. Ve en kötüsü de dine karşı savaş açarak kitlelerin ölümüne sebep oldu onları buhrana soktu. Sonuç olarak bu her iki yaklaşım (Sosyalizm, Kapitalizm, Faşizm vb.) için ana felsefenin ya da düşüncenin egemen olma, belirli kitleleri güçlü tutma güdüsünde olduğunu görmekteyiz.
BATI FELSEFESİ KUL OLDUĞUNU UNUTTU
Batı Medeniyetinin bir diğer üzerinde durulması gereken menfî esası da heva ve hevesi teşci, arzuları tatmin peşinde olan cazibedar anlayışıdır. Bediüzzaman Said Nursî’nin tespitiyle ve dünyanın “malikiyet ve serbestiyet devri9” ne girmesiyle kapitalizmin ya da buna karşı çıkan düşüncelerin direk ya da dolaylı insan sömürüleri kısmen azalsa veyahut sorgulansa da, cazibedar akımlar, bugünün tabiriyle popüler kültür, moda gibi çağdaşlık altındaki “heva tahakkümleri10” git gide artarak insanların saadetini maddî olması sebebiyle tatmin edememiş, bunalıma sokmuş, mutluluk algısını tüketim anlayışına yöneltmiştir. Bu heva tahakkümü, arzuları sınırsız olan insanı moda gibi egoizmi tırmandıracak unsurlara yönlendirerek insanları sahip oldukları ile yetinmeme konumuna sürükledi ve modaya, modernizme uyulmadığı takdirde takdir edilmezsin dolayısıyla var olmazsın algısını oluşturdu11. Bu düsturlarla birlikte egosu iyice kabaran nev-i beşer Batı Felsefesinin hayat bir diğer düsturu olan benimseyerek kul olduğunu unuttu ve kötülük yapmayı sıradanlaştırdı.
Dipnotlar:
7. Nursi, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2010, s.207 8. Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2010, s.802 9. Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2010, s.617 10. Nursi, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, Yeni Aasya Neşriyat, İstanbul, 2010, s.208 11. Tarhan, Nevzat, Çağın Vicdanı, Nesil Yayınları, İstanbul, 2012, s.226
DİZİ: ÖMER KURANLI
[email protected]
-DEVAMI YARIN-