Kur’ân Müslümanlığı anlayışındaki yanlışlıkların bir kısmı da hadislere verilen yanlış mânâdan veya hadislerin yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır.
Yazı Dizisi: Risale-i Nur’un Kur’ân Müslümanlığına bakışı
***
2. Risale-i Nur’un Kur’ân Müslümanlığına bakışı
Yukarıda beyan edilen görüşler insanı alternatifsiz bir tarzda Kur’ânî yaşantıya sevk etmektedir. Kur’ân’dan haberi olan, ona inanan, onu bir yol kabul eden herkesin de görüşü şüphesiz bu doğrultudadır.
Buna göre “Kur’ân Müslümanlığı” tâbiri Kur’ân’a uymak ve onun emirleri doğrultusunda yaşamaksa, bunda bir problem yoktur. Zira her Müslüman buna göre Kur’ân Müslümanıdır. Fakat, Kur’ân Müslümanlığı’ndan kasıt, Kur’ân’a tâbi olan, başta Hz. Peygamber (asm) olmak üzere, o kaynaktan beslenen herkesi ve her şeyi devre dışı bırakmak ise, işte burada bir problem vardır ki, başından itibaren bu konu bir tartışma vesilesi olmuştur. Şu hususu baştan belirtmeliyiz ki, Kur’ân Müslümanlığını bu tarzda anlayanlar iyi niyetli bile olsalar, muhakemesiz bir yaklaşımla İslâm’a zarar vermektedirler.
İşte Risale-i Nur meseleyi ta’dil etmek, dengeye oturtmak, Kur’ân ve Hz. Peygamber’e (asm) yapılan haksızlıkları bertaraf etmek üzere görüşlerini net bir şekilde beyan etmiştir.
a. Akıl ve İsrailiyat
Risale-i Nur, İslâm’ın saf itikadını karıştıran iki önemli unsurdan bahseder.
1. İslâm’ın yayılması ve fetihler neticesinde, Müslüman olan veya Müslüman görünen insanların eski dinlerinden gelen inançlarını da İslâmiyet’e dahil edip fikirlerine din süsü vermeleri,
2. Yunan felsefesinin, Arapçaya tercüme edilmesi. 28 Bu iki unsur ister istemez İslâm’ın Hz. Peygamber (asm) ve seleften gelen saf itikadında karışıklıklar meydana getirmiştir. Farklı din mensuplarının Müslüman olmasıyla birlikte onların eski dinlerinden getirdikleri fikirlerinin de Müslümanlaşması, saf fikirlerin karışmasına sebep olmuştur. Vehb b. Münebbih ve Ka’bu’l-Ahbar gibi Yahudi asıllı âlimlerin İslâmiyet’e girmesi, onların Müslüman olmadan önceki malûmatlarının da İslâmî fikirlere karışmasını, dolayısıyla da Müslümanların bu fikirlere itibar etmesini, saygı göstermesini netice vermiştir. İlk önceleri hikâyât nev’inden kabul edilerek reddedilmeyen hususlar, sonra gerçek kabul edilince birçok şüpheler itikada dahil olmuştur.
Daha sonraki dönemlerde bu İsrailiyatın, tefsirlerde kaynak olarak kullanılması, hakikâte de hâlel getirmiştir. 29
İkinci sebep olan, Yunan felsefesinin Arapçaya tercümesi de başından beri Kur’ân ve Hz. Peygamber’e (asm) teslim olmuş, itikadî konularda Kur’ân’ın dediğini yorumsuz kabul eden, “Hz. Peygamber (asm) Kur’ân’dan ne anlamışsa biz de onu anlarız.” diyen selefî tarzın 30 bozulmasına sebep olmuştur. Hatta bunun ötesinde akla çok fazla yer verip, aklî kullanımın dengesini kaçıran ve İslâm kelâmında “İlk İslâm Filozofları” ismini alan Mutezile’nin de doğmasını netice vermiştir. 31
Zikredilen bu iki problem Risale-i Nur tarafından dengeli bir şekilde çözüme kavuşturulmuş, toptan bir reddiye anlayışından ziyade, Kur’ân’ın tefsir edilip anlaşılmasında aklın rolünün sınırları belirlenmiştir.
Buna göre Said Nursî; “Kur’ân-ı tefsir edecek, yine Kur’ân ve hadis-i sahihtir. Yoksa hükümleri kaldırılmış, kıssaları da (hikâyeleri) muharref olmuş İncil ve Tevrat değildir.” 32 diyerek, Kur’ân ve Sünnet bütünlüğüne dikkat çekmiş, Mâsadak (Doğrulamak - tasdik etmek) ile Mânâ (anlam)’nın ayrı olduğunu, eski kitap ve dinlerin malûmatlarının mâsadak hükmünde olup, mânânın verilme yetkisini Kur’ân ve Sahih hadislere bırakmıştır. 33
Yine, “Kitab-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın;
a) Misdakı (kriteri) i’cazıdır,
b) Müfessiri (açıklayıcısı) eczasıdır (âyetleridir), mânâsı içindedir,
c) Sadefi (sedef) de incidir, meder (kuru çamur) değildir 34 diyerek, aklın sınırları içerisinde kalarak haddini bilmesinin gerekliliğini ortayakoymuştur.
Yine Risale-i Nur muhatabına, bir taraftan Kur’ân’da geçen taakkul (akletme), tefekkür (düşünme), tezekkür (anma-hatırlama), tedebbür ve teemmül (ele alma, düşünme) âyetlerindeki emirleri hatırlatıp, Kur’ân’ın bu emrinin yerine getirilmesini ifade ederken, 35 diğer taraftan, “akıl ve nakil tearuz ettikleri (çatıştıkları) vakitte, akıl asıl itibar ve nakil te’vil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir” 36 ifadesiyle de, sadece akla itimadın sakıncalarını dile getirmiştir.
Sonuç olarak, Risale-i Nur, Kur’ân nâmına Kur’ânî bir tarz olan aklî yaklaşımın dengesinin, yine Kur’ân ve Sünnette olduğunu hatırlatarak bir taraftan aklı reddeden anlayışa, diğer taraftan israiliyâtı bahane ederek hadisleri reddeden ve onun yerine salt aklı kullanmak isteyen ve buna da “Kur’ân Müslümanlığı” kılıfını takanlara bir hakikat dersi vermiştir.
b. Hadislerin yanlış anlaşılması
Kur’ân Müslümanlığı anlayışındaki yanlışlıkların bir kısmı da hadislere verilen yanlış mânâdan veya hadislerin yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Bu durum çoğu zaman hadislerin reddedilmesine, dolayısıyla da hadislere mesafeli duranlara bir fırsata dönüşmesine sebep olmaktadır. Oysa yapılması gereken hadisi reddetmek değil, bir ilim olan Hadis’i, erbabına ve mütehassısına havale etmek olmalıdır.
Hadislere gösterilen titizlik “Kim bilerek benden bir yalan söz söylerse Cehennemdeki yerine hazırlansın.” 37 nebevî ifadesine dayandırılmaktadır.
Bu tavır doğru olmakla birlikte bu hadise mefhum-u muhalefetiyle de bakmak lâzımdır. Buna göre Hz. Peygamber’in (asm) ağzından çıkmayan bir ifadeyi uydurmak uhrevî bir mücâzâtı netice verdiği gibi, O’nun söylediği bir sözü de, söylememiş gibi kabul edip, o sözün reddine kânî olmak da aynı derecede uhrevî bir mesuliyete sebeptir. Çünkü her iki halde de Hz. Peygamber’in (asm) yalanlanması söz konusu ki, bu da muhatabına iyi bir netice getirmez. Dolayısıyla hadis ancak uzman muhatabın hükmüyle değerini bulur.
Risale-i Nur, hadislerin reddedilmesinin sebeplerini, muhaddislerin bir kısmının hadisin aslıyla, hadise bulaştırılan İsrailiyatın birbirine iltibas edilmesinden kaynaklanması olarak gösterir. Bu konunun izahı ve çözüm şekli de şu şekilde beyan edilmiştir.
1. Yahudi âlimlerinin bir kısmı İslâm’a girdikten sonra eski bilgilerini de kendileriyle beraber İslâm’a katmışlar ve o bilgiler İslâmiyete mâl olmuştur. Tabiî ki bu bilgilerde yanlışlıklar vardır. Fakat bu yanlışlıklar onlara aittir, İslâm’a değil. Burada hadisi değil, hadise bulaşan fazlalığı reddetmek gerekir.
2. Teşbih ve temsiller, havastan avama geçtikçe, yani ilmin elinden, cehlin eline düştükçe, zamanla gerçekmiş gibi kabul edilir.
3. Kur’ân’da ve hadislerde bazen ifadeler kapalı (müteşabih) olarak verilmiştir. Derin hakikatlerin, alışılmış benzetmelerle anlatılması bazen erbabı olmayanlarca anlaşılmamakta,38 bu da hadisin reddedilmesine sebep olmaktadır. Oysa sözün tabakaları vardır. Bunlar;
a) Mütekellim (Konuşan)
b) Muhatab (Konuşulan)
c) Maksat
d) Makam.
Yani bir sözü “Kim demiş? Kime demiş? Ne için söylemiş?” Hangi makamda söylemiş?”e bakmak lâzım. Bazen bunun dışında söze bakmak, sözün anlaşılmamasına sebep olmaktadır. Yukarıdaki ölçülerle söze bakmak ise, sözün yüceliğini ve kuvvetini arttırır. 39
c) Bid’at ehlinin dini değiştirme ve tahrif etme teşebbüsleri
Şeâr-i İslâmiye denilen, İslâm Dinine sembol olmuş iş ve ibadetlerin birtakım mülâhazalarla değiştirilmeye çalışılmasını, Müslümanların içerisindeki birtakım unsurların, gayr-i İslâmî anlayışları körü körüne taklit çabasından başka bir şey olmadığı nitelemesiyle tarif eden Risale-i Nur, bu çaba içerisindekileri de müsamahasız sıfatlarla tavsif eder.
Meselâ; “Ehl-i İlhada (imanı olmayanlara) kapılan ulemâü’s-sû (kötü âlimler)” 40
“Şeâir-i İslâmiyyeyi tağyir eden ehl-i bid’a’nın fetva istedikleri ulemâü’s-sû” 41
“Ehl-i Bid’a” 42
“Bu ehl-i bid’a, doğrusu ehl-i ilhad” 43
“Tahribatçı ehl-i bid’a” 44 ifadeleri, hem meselenin ciddiyet boyutunu, hem de vehametini gözler önüne sermektedir.
Risale-i Nûr; yukarıda bu sıfatlarla nitelenen ve güya dinde değişiklikler ve Hıristiyanlar gibi reform yapma eğiliminde olanlara şu cevapları verir.
1. Gayr-i Müslim bir memlekette tatbik edilen bir hükmün, her zaman Müslüman bir beldede uygulanmasına izin yoktur. 45
2. Dini ıstılâhların gayr-i Müslim bir memlekette, o milletin diliyle kullanılması, İslâm memleketinde de kullanılacağı manasını taşımaz. 46
3. Hususî (şahsa veya sınırlı bir beldeye), özel fetvalar, genelleştirilemez. İmam-ı Azam’ın, namazda Fatihanın Farsça tercümesine geçici olarak fetva vermesi gibi. 47
4. Hıristiyanların bir kısmının Katolik mezhebinden ayrılıp, Protestanlığa girmeleri bir nevi reform kabul edilebilir. Çünkü Hıristiyanlıkta sadece dinin temelleri (iman esasları) Hz. İsa’dan alınmıştı. Sosyal hayata ve dinin teferruatına ait şeyler ise havariler ve Hıristiyan dininin büyüklerince belirlendi. Hatta büyük bir kısmı geçmiş mukaddes kitaplardan alındı.
Ayrıca Hz. İsa dünyaca hâkim, sultan ve genel sosyal prensiplere kaynak olmadığından iman esaslarına dışarıdan bir elbise giydirilmiş olup, bu elbise değiştirildiği zaman, ne Hıristiyanlığın iman esaslarına bir zarar gelir, ne de Hz. İsa yalanlanmış olur.48 Yani kısaca Hıristiyanlıkta bir iman-ahlak bütünlüğünden bahsedemeyiz.
Halbuki İslâm şeriatının sahibi olan Hz. Muhammed İslâm ve imanın temellerini bizzat gösterdiği gibi, İslâm’ın teferruatını, hükümlerini, hatta küçük âdâbını dahi bizzat kendisi getiriyor. Öyleyse İslâm’ın fürûatı, Hıristiyanlıkta olduğu gibi değişmesi mümkün olan bir elbise hükmünde değildir. Eğer o elbise değiştirilse, dinin temelleri de değişecek, bâki kalmayacak. Yani Sünnet-i Seniyye dinin esaslarına bir cesettir, bir cilttir. Onunla karışmış ve iç içe girmiştir, ayrılması mümkün değildir. Dolayısıyla İslâm’ın fürûatını değiştirmek doğrunda doğruya, Hz. Peygamber’i inkâr ve yalanlama olur.49 Bundan da anlaşılıyor ki, İslâmiyet’te, iman-ahlak bütünlüğü vardır.
Meselenin diğer bir boyutu da, bir kısım fikir sahiplerinin din ve dindarlığı taassup olarak görüp, Hıristiyanlığı, İslâmiyet’le kıyaslayıp, terakkinin (yükseliş, ilerleme) tıpkı Hıristiyanlarla olduğu gibi taassubu terk etmekle mümkün olacağı iddiasında olmalarıdır.
Risale-i Nur’un bu fikirlere cevabı nettir. Ona göre;
a) Târihen sâbittir ki, Müslümanlar ne zaman dinine tam sarılmışsa, o ölçüde yükselmiş, ne vakit dini hassasiyetini terk etmişse düşmüştür. Hıristiyanlık ise bunun zıddınadır. Bu da İslâmiyet ile Hıristiyanlık arasındaki temel ayrılıklardan kaynaklanmaktadır.
b) İslâmiyet’i diğer dinlerle kıyaslamak yanlıştır. Zira bir Müslüman, dinini terk etse, başka dine giremez. Allah inancını tamamen yitirir ve hiçbir kutsalı kabul etmez, vicdanı da bozulur. Hıristiyan ise mevcut inancıyla sosyal hayata faydalı olabilir, bazı kutsalları kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve eksik de olsa Allah inancı taşıyabilir.
c) Eğer bu iddia sahipleri dini terk etmede idare ve asayişi düşünüyorlarsa, Allah’ı bilmeyen on kişiyi idare etmek, inanan bin kişiyi idare etmekten daha zordur. Eğer yükselmeyi düşünüyorlarsa, yükselmenin ve ticaretin temeli olan emniyet (güven-güvenlik) ve asayişe en tehlikeli şey, inançsızlıktır. Çünkü inanmayanın mesleğinde tahribatçılık vardır.
Dolayısıyla dinsizlik, yükselişin ve mutluluğun anahtarı değildir.50
d) Milliyetçilik
Üzülerek belirtelim ki, son ve evrensel din olan İslâmiyet ve o yüce dinin cihanşumül temsilcisi olan son peygamber Hz. Muhammed bir kısım topluluklar tarafından, milliyetçi birtakım reflekslerle, sadece bir milletin dini ve peygamberi olarak gösterilmeye çalışılıyor. Diğer Müslüman milletler de İslâmiyet’e ve Hz. Peygambere tâbi olmakla, sanki o millete tâbi olmuş gibi kabul ediliyor. Tabiatıyla bu yaklaşım da dini milliyetle takviye etme, güya dini kuvvetlendirme ve koruma maskesi altında menfî bir tarza dönüşüyor. Sonuçta en büyük zararı yine din ve dine mensubiyeti olanlar görüyor. Oynanan bu büyük oyunu Risale-i Nurların telifi zamanında, önceden gören Said Nursî meseleye iki açıdan yaklaşarak, bu fikirde olanlara, bu görüşün sakıncasını dile getiriyor.
1. Hakikat-ı kainat içinde yerleşmiş ve âlemin gerçeklerine kök salmış olan tûbâ ağacına benzeyen İslâmiyet ağacı, zanna dayalı, geçici, cüz’i, hususi, olumsuz, temelsiz, kasıtlı, zulümkâr, karanlıklı ırkçılık toprağına dikilmez. Onu oraya dikmeye çalışmak, ahmakâne, yıkıcı ve bid’akârâne bir yaklaşımdır.51
2. Millet namına, milliyet hesabına, ırkçılığa kuvvet vermek fikrine binaen, “Milleti İslâmiyet’le aşılamak istiyoruz.” fikri bir bid’attır, yani dinin aslından olmayıp, dine sonradan sokulan ve dine zarar veren bir husustur. Bu asır milliyet asrı değildir. Milletlerden çok, sınırları aşmış fikrî akımların çarpıştığı bir asırda milliyet ve ırkçılık yoluyla mücadele
edilmez. Ebedi ve dâimi olan İslâmiyet milliyeti, geçici, gürültülü ırkçılıkla bağlanmaz ve aşılanmaz. Bağlanmaya çalışılsa;
a) İslâm milletini (Müslümanları) ifsad eder.
b) Irkçılığa dayanan milliyet fikrini de ıslah edemez ve onu kalıcı hâle getiremez.
Dolayısıyla, bu İslâm coğrafyasında tedavisi mümkün olmayan bir ayrılık çıkacak. O vakit Müslümanların kuvveti, bir unsur diğer unsuru kırdığı için çok zayıflayacak ve mağlubiyetine sebep olacaktır,52 yaklaşımıyla, bunun bir oyun olduğunu ve İslâm milletlerinin kuvvetlerini bölerek, zayıflatıp, onları mağlub etme planının bir parçası olduğunu
ifade etmiştir.
e) İçtihad
Bu başlığımızın diğer bir boyutu da içtihad konusudur. Zira düşünen, akleden, hatırlayan bir insan portresini idealize eden dinimiz, elbette tâbîlerini bu ameliyeye teşvik etmektedir. Zaten Kur’ân’ın ve İslâmiyet’in insan fıtratıyla uyuşmasının altında yatan gerçeklerinden birisi de budur.
Bununla beraber, “Her akleden, her düşünen dinde bir hüküm mü çıkarmalıdır? Veya Kur’ân’ı her okuyan kendi aklî seviyesine göre, kendi anlayışını bir içtihad ve içtihadın yansıması olarak fiiliyata mı geçirmelidir? Yine, bir insan velev ki dinde mütehassıs olsa bile, her an ve fırsatta içtihad mı yapmalıdır? Bunun bir sınırı yok mudur? Faydası ve zararı
nedir? Yine, içtihad için dînî ilimlerde sadece uzman olmak tek başına yeterli midir? Bunun aklî, mantîkî, ahlakî ve psikolojik boyutları yok mudur?” gibi onlarca soruyu bu husus için sorabilir ve konuyu buna göre neticelendirebiliriz.
İşte bu hususu aydınlatmak adına kendisine müracaat ettiğimiz Risale-i Nur, bize çok yönlü olarak bu konunun cevabını veriyor. Buna göre, “Halbuki, bu haberi yayacak yerde peygambere ve mü’minlerden ihtisas ve salahiyet sahibi kimselere müracaat etselerdi, elbette o kimselerden hüküm çıkarmaya ehliyetli olanlar işin doğrusunu bilirlerdi.”53
ayeti yorumlanırken, içtihad kapısının açık olduğu, fakat bu zamanda oraya girmeye mânilerin olduğu ifade ediliyor. Gerekçeleri de şu şekilde sıralanıyor.
1. Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi kapatılır. Yeni kapılar açmak akıllıca bir iş olmaz; büyük bir sel baskını esnasında, tamir için duvarlarda delikler açmak boğulmaya sebeptir.
Öyle de;
a) Haramların çokça işlendiği şu zamanda,
b) İslâm dışı kültürlerin, İslâm coğrafyasını istila ettiği bir anda,
c) Dinî olmayan hal ve harekâtın (bid’a) çokça görüldüğü bir hengamede,
d) İnkârcı akımların İslâm itikadını tahrip ettiği bir süreçte İslâm sarayında yeni kapılar açılması,tahripçilerin o kapılardan girmesine vesile olması cihetiyle bir cinayettir.54
2. Kesin, açık ve gıda hükmünde olan dinin değişmez kurallarının (farzların yapılması, haramların terki) ihmal ve terk edildiği bir dönemde, Müslümanların bütün himmet ve gayretlerini o kuralların ikame ve canlandırılmasına sarf etmesi gerekirken ve de İslâm’ın teorik kısmının, Selef’in samimi ve sâfi bir inanç ve niyetle yaptığı içtihadlar, bütün zamanların
ihtiyacına kâfi gelecek genişlikte olmasına rağmen, onları bırakıp, hevese tâbi olarak yeni içtihadlar yapmak bid’akarâne bir ihanettir.55
3. Günümüzde içtihad yapmak isteyenlerin en önemli hatası kendilerini selef ile karşılaştırmaları ve karıştırmalarıdır. Selef zamanında Müslümanların temel gayesi, yüce yaratanın rızasını kazanarak ebedî mutluluğun nasıl yakalanabileceğine kafa yormak idi. Hedef bu olunca o günkü Müslümanların sadece ilmi değil, kendi aralarındaki sohbetleri, muhavereleri, hal ve davranışları da bu rızayı kazanmaya yönelik bir tavır içerisindeydi. Böyle olunca da, her yönüyle Kur’ân ve sünnetle muhatap ve o iki kutsi kaynaktan mülhem hükümler, samimi bir tarzda seleften südûr ediyor ve insanların doğru yönlendirilmesine vesile oluyordu.
Bugün ise;
a) Avrupa medeniyetinin hâkimiyeti,
b) Materyalizmin musallat olması,
c) Dünyanın hayat şartlarının ağırlaşmasıyla, kalpler ve fikirler dağılmış, himmet ve inayet parçalanmış, zihinler maneviyata karşı yabancılaşmıştır. Bundan dolayı günümüzün bir Müslümanı, dört yaşında Kur’ân’ı ezberleyip, küçük yaşta âlimlerle sohbet eden Süfyan b. Uyeyne ile aynı zekaya sahip olsa bile, Süfyan b. Uyeyne’nin içtihad yapma ehliyetini kazandığı zamana oranla on kat daha fazla zamana muhtaçtır; çünkü onun doğal öğrenim başlangıcı çok
küçük yaşlarda başlamış ve fikir ve kalbini dağıtacak âmiller hemen hemen yok iken, günümüzde onun zekasına sahip olan birisinin;
a) Zihni felsefede boğulmuş,
b) Aklı siyasete dalmış,
c) Kalbi dünya hayatında başıboş olmuş,
d) Kabiliyetleri içtihaddan uzaklaşmış iken Süfyan b. Uyeyne’ye nazîre yapması sağlıklı bir düşünce olmasa gerektir.56
4. Herhangi bir canlının cisminde ve cesedinde Allah’ın yarattığı bir genişleme (büyüme) meyli vardır. Bundan dolayı o fıtrî meyille o canlının vücudu büyüse, bu büyüme bir tekemmül (olgunlaşma) kabul edilir. Fakat bu büyüme hariçten bir müdahale ile olsa, vücuttaki cilt yırtılır, tahrip olur ki, buna büyüme ve olgunlaşma diyemeyiz.
Bunun gibi, İslâmiyet dairesine selef gibi kamil bir takva kapısıyla ve dinin emir ve yasaklarını uygulama yoluyla, dini genişletme ve bir içtihad isteği bulunsa, o kemaldir, olgunlaşmadır. Yoksa;
a) Dinin emir ve yasaklarında lakayd olan,
b) Dünya hayatını, ahiret hayatına tercih eden,
c) Bir şekilde materyalizmin etkisinde kalmış olanların dinde yapacakları içtihad, genişleme ve yenileme, yukarıdaki örnekte olduğu gibi İslâm vücudunu tahrip ve kişinin boynundaki din zincirini çıkarmasına vesile olur.57
Zira Said Nursî’ye göre, bir sözün içindeki hakikat ve öz, o sözü söyleyen kimsedeki heves, heva, görüntü ve o kişinin karakterine üstün gelmezse, o söz büyük bir hata içerisinde kalır. O zaman sözdeki öz ve hakikat o adamın hizmetine ve hesabına girmiş olur.58
3. Nübüvvetin gerekliliği ve Hz. Muhammed (asm)
Risale-i Nur Kur’ân Müslümanlığı konusuna açıklık getirirken, dinî
yaşantının nübüvvet (peygamberlik) müessesesi ile iç içe oluşunu genelde, son ve evrensel din olan İslâm’ın kitabı Kur’ân’ın hayata tatbikinin de son peygamber Hz. Muhammed’le olan irtibatını özelde dile getirerek “nübüvvetsiz din” ve “Hz. Peygambersiz Kur’ân” anlayışının çarpıklığını ve istinatsızlığını beyan eder.
a) Nübüvvet
Nitekim, “Karıncayı lidersiz, arıları arıbeysiz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette, insanı da şeriatsız ve peygambersiz bırakmaz. Âlemin düzeninin sırrı bunu böyle ister.”59 ifadesinde bunu net bir şeklide görmekteyiz.
Yine Risale-i Nur’a göre, peygamberlik, insanlığın hayır, mükemmellik ve olgunlaşmasının özeti, tohumu ve temelidir. Hak din, mutluluğun fihristesidir. İman kusur ve noksandan arınmış bir güzelliktir. Madem şu âlemde parlak bir güzellik, geniş ve yüksek bir hayır, apaçık bir hak, yüksek bir kusursuzluk görünüyor. Açıkça, hak, hakikat peygamberliktedir
ve peygamberlerin elindedir. Dalâlet, şer ve zarar ise ellerinde olduğu ve hakikatin temsilcisi olan peygamberlerin muhalifi olanlardadır.60
Hz. Âdem’den şimdiye kadar insanlık âleminde iki büyük fikrî akım, her yerde ve her insanlık tabakasında yer etmiştir. İki büyük ağaç gibi olan bu iki fikrî akımın, birisi nübüvvet (peygamberlik) ve din zinciri, diğeri de hikmet ve felsefe zinciridir. Ne zaman bu iki zincir kaynaşmış, bir araya gelmişse, daha doğrusu felsefe dinin hizmetine girmişse insanlık her yönüyle mutluluğu yakalamıştır. Ne vakit de ayrılmışlar, felsefe dinin hizmetinden çıkıp, kendi başına hareket etmişse, hayır ve iman, din ve nübüvvetin, inkâr ve şer de felsefenin etrafında toplanmıştır.61
Nübüvvetin yüzünde, kulluk vardır. Ene (benlik) kendini kul bilir, başkasına (Allah’a) hizmet ettiğini anlar. Allah için ve Allah’a ayna olmak kabiliyetinde olduğunu ve bu kabiliyetin verenin de Allah olduğunu bilerek haddini aşmaz. Allah’ın kendisine verdiği bu kabiliyetlerle de yükselir, mertebe kazanır. İlahlık ve benliğini rab yapma fiilinden uzak durur.
Felsefenin yüzünde ise, benlik kendi hesabına çalışır. Kendi adına hükmeder. Sahip olduğu güzellikleri ve kabiliyetleri kendinden bilir.62 Yaratıcıdan gaflet eder. Kulluk yapmak bir tarafa, kendini Rab gibi görmeye başlar ve “Kendi heva ve hevesini Rab edineni gördün mü?”63 ifadesine muhatap olmak zorunda kalır.
Bundan da anlaşılıyor ki, peygambersiz bir din anlayışı, aslında enenin (benlik) olumsuz sevkiyle, kişinin kendisini, bir nevi dinden tecerrüd etmesiyle neticelenir.
b) Hz. Muhammed (asm)
Buna göre, “Nübüvvetsiz din” anlayışı ne kadar yersiz ve neticede insanı dâlâlete atan bir yol olduğu gibi, “Hz. Muhammed’siz Kur’ân” anlayışı da o kadar neticesi hüsran olan bir kabuldür.
Nitekim Risale-i Nur, Hz. Peygamber’in şahsiyetini ifade ederken, bu fikrimizi te’yid eder mahiyette sayfalarla bize kendisini okutturmaktadır.
Yüce Yaratan, mahlûkat içerisinde kendine muhatap olarak şuur, fikir sahibi ve konuşmasını bilenleri; fikir ve şuur sahipleri içerisinde de, pek çok mana ve hakikatleri kendi üzerinde toplayan, şuuru geniş insanı;
insanlar içerisinde de konuşmaya lâyık ve mükemmel insan olan;
a) En mükemmel,
b) Kabiliyetleri en yüksek,
c) Ahlakı yüce,
d) İnsanların kendisine uyması layık olan Hz. Muhammed’i seçmiştir.
Çünkü Hz. Muhammed, kendisine inanan veya inanmayan herkesin ittifakıyla;
1. En yüksek kabiliyette,
2. En yüce ahlakta,
3. İnsanlığın beşte birinin kendisine inandığı,
4. İnsanlığın yarısının onun manevi hakimiyetine girdiği,
5. İstikbâlin, onun getirdiği nur ile aydınlandığı64 bir peygamberdir.
Yine o kâinatın yaratıcısını tarif eden üç büyük tanıtıcıdan (âlem, Kur’ân ve Hz. Muhammed) birisidir. Bütün iman sahiplerine önder, bütün insanlara hatip, bütün peygamberlere reis, bütün evliyaya efendi, Allah’ın varlığını ve birliğini “La ilahe illallah” ile zikreden, peygamberler ve evliyadan oluşan zikir halkasının serzâkiridir.65
Yine o peygamberliğini Tevrat ve İncil’in kendisinden önce tasdik ettiği, ayın yarılması vb. harikalarla bine yakın mucizenin kendisinden zuhur ettiği, zatında bulunan övülmüş ahlakı, vazifesini yerine getirirken gösterdiği kıymetli özelliklerin sahibi, tam güvenilir bir insan olması, imanındaki kuvvet, sağlamlığını gösteren takvası, fevkalade ubudiyeti,
ciddiyeti, metaneti (sağlamlığı) gibi özellikleriyle davasında sadık (doğru) olan bir nebidir.66
Yine o hüsn-ü sîret (ahlak güzelliği) ve cemâl-i sûret (dış görünüşündeki güzelliği) ile ki, Yahudilerin meşhur âlimi Abdullah b. Selam, “Bu simâda yalan yok, şu yüzde hile olamaz.” diyerek imana geldiği,67 elinde Kur’ân gibi bir mucizenin bulunduğu68 bir peygamberdir.
Yine o yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede vahşi ve âdetlerinde mutaassıp, inatçı bir toplumun kötü âdet ve ahlakını ortadan kaldırıp, Kur’ân ahlakını onların gönüllerinde ve davranışlarında yerleştiren;
a) Kalplerin sevgilisi,
b) Akılların öğretmeni,
c) Nefislerin terbiyecisi (eğiticisi),
d) Ruhların sultanı olan69 bir resuldür.
Saymakla bitiremeyeceğimiz güzel hasletlerle dolu bir insan ve peygamberin, davası olan Kur’ân ve İslâm’dan ayrı düşünülemeyeceği kanaati, yukarıdaki saydığımız özelliklerin bir kısmını zikretmekle bile apaçık ortaya çıkmaktadır.
Bununla beraber Risale-i Nur’un Hz. Peygambersiz Kur’ân fikrini çürüten delil ve ifadeleri bununla sınırlı değildir. Aşağıda zikredeceğimiz fikirler yine onun her yönüyle Kur’ân’a ayna olduğunu bize beyan edecek türdendir. Buna göre;
1. Hz. Peygamber’in gerçi her hâli ve tavrı, doğruluğuna ve peygamberliğine şahit olabilir; fakat her hâli ve tavrının olağanüstü olması gerekmez. Çünkü Cenâb-ı Allah onu insan olarak göndermiş ki, insanların sosyal yaşantılarında, dünyevî ve uhrevî mutluluklarını kazanacakları amel ve hareketlerinde bir rehber, bir önder olabilsin. Eğer her fiilinde
normal bir insan gibi davranmayıp harikuladelikler gösterseydi, önder ve rehber olamaz, fiilleri, halleri ve tavırlarıyla ümmetine ve hatta diğer insanlara ders veremezdi.70
Bu yüzdendir ki, elinde zuhur eden mucizeleri sadece ihtiyaç anında, inanmayanlara peygamberliğini ispat için kullanmıştır.71
2. Hz. Peygamber’in iki yönü vardı.
a) Beşeri yönü ki, bu yönüyle normal bir insan gibi hareket ederdi.
b) Risalet yönü ki, Allah’ın elçisi sıfatıyla hareket ederdi.
Risalet cihetiyle o Cenab-ı Allah’ın tercümanı ve elçisiydi. Onun peygamberliği vahye dayanırdı. Vahiy ise iki kısımdır.
1. Vahy-i Sarih: Kur’ân ve bazı kudsi hadislerde olduğu gibi ki, bu hususta Hz. Muhammed sadece bir tercümandır, tebliğcidir, müdahalesi yoktur.72
Nitekim “Peygambere düşen ancak tebliğdir.”73 ifadesi bunu net bir şekilde bize gösterir.
2. Vahy-i Zimnî: Özü ve özeti vahye; ayrıntı, anlatma ve gösterilmesi Hz. Muhammed’e ait olan vahiydir. Bu kısım vahyin tasviratını Hz. Peygamber, yine bir vahye, bir ilhama veya kendi ferasetine dayandırarak gösterir. İşte kendi içtihadıyla yaptığı tafsilat ve tasviratı, ya peygamberlik noktasında, Allah’ın kendisine verdiği peygamberlik kuvvetiyle açıklar veya örf, adet ve genelin fikrî seviyesine göre insaniyet noktasında açıklar.
Bundan dolayı ifade ettiği her hadisin tafsilatına vahyin ta kendisi gibi bakılmaz. İnsaniyetin gereği olan fikirler ve davranışlarında peygamberliğin yüce eserleri aranmaz. Madem bazı olaylar özet olarak ve sınırları belirsiz bir sûrette vahiyle geliyor; Hz. Peygamber de kendi ferasetiyle, genelin kabûlü yönüyle onu tasvir eder. Bu yöndeki tasvirlerde
bulunan benzetme ve zorluklara da bazen bir açıklama ve tâbir etme zarureti doğuyor.
Mesela, bir gün Resulullah’ın bulunduğu bir toplantıda derin bir gürültü işitildi. Resulullah (S.A.V.) buyurdu ki: “Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, şimdi cehennemin dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür.”
Bir saat sonra cevap geldi ki: “Yetmiş yaşındaki meşhur bir münafık ölüp, cehenneme gitti.”74
İşte bu olay Hz. Peygamber’in beliğ bir tarzda beyan ettiği olayın açıklamasını gösterir.75
Hz. Peygamber’in heva ve hevesinden bir şey konuşmayacağı, onun her söz ve halinin vahyin kontrolünde olduğu; “O heva ve hevesinden hiçbir şey konuşmaz. Onun konuştuğu ancak vahiydir.”76 ifadesinden de net bir şekilde anlaşılmaktadır.
Şunu da hemen belirtelim ki Hz. Peygamber’in vahyin kontrolünde olduğu ve tabiri caizse vahiyle bütünleşmiş olduğunu anlamak bizler için çok zor olmasa gerektir. Nitekim âmâ bir sahabi olan Abdullah b. Ümmü Mektum’a ilgisiz kalışı bile hemen değerlendirilerek ilâhî hatırlatmaya77 muhatap oluşu, kendisine sorulan bir takım soruların bizzat vahiyle
cevaplanması “yes’elûneke” ayetlerinde olduğu gibi vb. durumlar. Hz. Peygamber’in sözlerinin, davranışlarının, hallerinin de vahyin kontrolünde olduğunu ve hata yapmasına müsaade edilmediğini bize gösteriyor.
Bu da bizim yanımızda Hz. Peygamber’in ve onun Sünnet-i Seniyyesinin değerinin ne kadar ulvî bir mertebede olduğunu gösteriyor.
Yine, “Andolsun ki, Rasulullah’ta, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek vardır.”78 ifadesi Sünnet-i Seniyyenin ve Kur’ân’ın anlaşılmasında Hz. Peygamber gerçeğinin tartışılmaz bir delilidir.
Bundan dolayıdır ki, Risale-i Nur’da sünnete tâbi olmanın önemi ve karşı gelmenin kötü neticesi; “sünnete ittiba etmeyen, tembellik ederse hasâret-i azime (büyük bir zarar), ehemmiyetsiz görürse cinayet-i azime (büyük bir cinayet), yalan olduğunu ifade veya ima eden tenkit ise dalâlet-i azime (büyük bir sapıklık, inkarcılık)”79 ifadeleriyle belirtilmiştir.
Yine, “De ki, Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.”80,
“Ve hiç şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin.”81,
“De ki: Allah’a ve Resûlüne itaat edin...”82,
“Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddikler, şehitler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaşlardır.”83,
“Kim Resûle itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.”84
Kur’ânî ifadeleri, Hz. Peygamber’e itaatin önemi derecesini te’vile açık olmayacak bir netlikte beyan ederken; “Kendilerine indirileni insanlara açıklaman için sana zikr’i indirdik.”85 ayeti de başlı başına Hz. Muhammed’in önemini ve ona uymanın zorunluluğunu vurgulamaktadır.
Hz. Aişe’nin sahabeye ifade ettiği:
“Onun ahlâkı Kur’ân idi.”86, “Rabbim beni edebin en güzeli ile edeplendirmiştir.”87, “Ben salih ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.”88 ifadeleri, Hz. Peygamber’in söz, hal ve davranışlarının örnekliğini ortaya koyarken; “Şunu iyi biliniz ki, bana Kur’ân-ı Kerim’le birlikte (onun bir) benzeri de verilmiştir. Dikkatli olun, koltuğuna kurulan tok bir adamın size;
(sadece) şu Kur’ân lâzımdır. Onda bulduğunuz helali helal, haramı da haram kabul ediniz (yeter), diyeceği (günler) yakındır.”89 hadisi de bu zihniyetin çıkma endişesini o günden Resulullah’ın taşıdığını bize açıkça beyan etmektedir.
Demek oluyor ki, Kur’ân ile Hz. Peygamber arasında sıkı bir irtibat vardır ve Kur’ân’ın mânâları ondan alınmıştır.90
Nitekim, “tek başına La ilahe illallah yeterli midir? Yani bir insan Muhammedun Rasûlullah demezse kurtulur mu?” sorusuna verilen;
“Kelime-i şehadetin iki kelimesi birbirinden ayrılmaz, birbirini ispat eder, birbirini içine alır, biri diğerisiz olmaz. Madem Hz. Muhammed, peygamberlerin sonuncusudur, öyleyse bütün nebilerin varisidir; elbette vüsûl (ulaşma) yollarının başındadır. Onun geniş caddesinden başka hakikat ve gerçek yolu olamaz... Bir insan Hz. Peygamber’i işitmemiş ve bilmiyorsa onun “La ilahe illallah” demesi kurtuluşuna sebep olabilir.
Fakat Hz. Peygamber’i işiten ve davasını bilen insanlar onu tasdik etmezse, Allah’ı da tanımaz. Onun hakkında yalnız “La ilahe illallah” kelamı kurtuluşu ve tevhidi ifade edemez...”91 şeklindeki cevap da bizim bu yaklaşımımızı te’yid eder mahiyettedir.
Sonuç
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Kur’ân Müslümanlığı, sadece “Kur’ân bize yeter” ifadesiyle örtüşen bir anlayış olamaz. Kur’ân’ın kendisine indirildiği yüce peygambersiz bir yaklaşım, peygamberden sonra o dini temsil eden nûranî silsileyi (sahabe, tabiûn, Tebeü’t-Tabiin...) Hz. Peygamberle birlikte yok saymaktır.
Akıl Allah’ın insana bahşettiği büyük bir nimet olmakla birlikte, kendi başına hüküm verebilecek bir güçte değildir. Vahye bağlı, vahyin hizmetinde olan ve vahiyden sonra gelen ve sünnetle çatışmayan bir akıl muteberdir.
Hz. Peygamber ve onun yolunu takib eden selef anlayışının terk edildiği ve bu yüce itikadın bize kadar ulaşmasında âzâmî gayreti olan o saf ve berrak topluluğu “onlar da bizim gibi bir insandı” yaklaşımıyla, günümüzün aklı, kalbi ve ruhu, materyalist felsefeyle karışmış, sekülerleşmiş, siyasetle müşevveş olmuş insanlarını aynı kefeye koyarak, onlarla
maddi-mânevi boy ölçüşmeye kalkmak, hayâli bir saltanatın sahibi olmakla eşdeğer olsa gerektir.
Hz. Peygamber’in en yakınında olan bu topluluğa, “onlar da bizim gibi insandı” yaklaşımı, aslında ucu hâtemü’l enbiya olan Hz. Muhammed’e değdirilmeye çalışılan ve neticede “peygamber de bizim gibi bir insandı.” fikrine dayandırılmaya çalışılan, korkunç bir plandır.
İslâmiyet, Hıristiyanlığa benzemez. Muharref olmuş Hıristiyanlığın hangi yönüne reform aşısı yapılırsa, yine de canı yanmaz. Çünkü ölü hissetmez. Fakat İslâmiyet ve Kur’ân’ın reforma ihtiyacı yoktur. Zira ona elbise olan Sünnet-i Seniyye her asırda İslâmiyet vücudunun bedenine mucizevâri bir şeklide uygunluk arz etmiş ve böyle olmaya da kıyamete kadar devam edecektir.
Kur’ân ile sünneti birbirinden ayırmak, et ile tırnağı birbirinden ayırmak gibidir. Sünneti öldürmek ve yok etmek, Kur’ân’ı öldürmekle eşdeğer olduğu gibi, sünnetin ihyası, Kur’ân’ın ihyası, demektir.
1. Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007, s. 81.
2. Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 233.
3. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007, 2/716.
4. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007, s. 589.
5. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007, s. 793.
6. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 589.
7. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 589.
8. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 589.
9. Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007, s. 225.
10. Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s. 226.
11 Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 208.
12. Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtu’l-İ’câz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007, s. 25.
13. Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s. 205.
14. Bediüzzaman Said Nursî, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya N.
***
DEVAM EDECEK