"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Geleceğin şehirleri daha insanî olmalı

14 Mart 2015, Cumartesi
Bir dönem Mimar ve Mühendisler Grubu Başkanlığı yapan mühendis Avni Çebi, kentsel dönüşümün bir fırsat olduğunu ve iyi değerlendirilmesi gerektiğini belirterek, “Geleceğin şehirleri daha insanî olmalı, insanlar toprağa daha yakın yaşamalı ve havayı teneffüs etmeli. Topoğrafya ve coğrafyaya saygılı olmalıyız. Bizimle birlikte diğer canlıların da şehirde hakkı olduğunu unutmamalıyız” dedi.

Osmanlı döneminde şehirleşme planında mimarî olarak ağırlıkla insan eksenli yaşama kolaylığı-üretim, eğitim, sağlık vs.-sağlayan bir düşünce yapısı hâkim iken, son dönemlerin modern kentleşme yapısında bu anlayıştan uzak kalındığını görüyoruz. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Osmanlı dönemi şehir yapısı ve ekonomisi yerel pazarlara ve tarıma dayalı idi. Evin bütün bireyleri sosyal ve ekonomik faaliyetlerin içersindeydi. Ev bina olarak kullanılan malzeme olarak yerel kaynaklar olan ağaç ve taş kullanılarak yerel ustalar tarafından yapılırdı. Evin bütün bölümleri çok amaçlı işlevlerin göründüğü odalardı. Bir odada kullanılan eşyalar sabit değildi, gün içerisindeki ihtiyaca binaen evin iç dekorasyonu yer değiştirir, farklı bir işlev için tekrar yapılandırılırdı. Gündüz oturulup yufka açılan, örgü örülen bir oda akşam yatmadan önce sofranın serildiği bir yerde akşam yatarken sofra kaldırılır, yatmak için oturulan sofalar üzerine serilen yorganlarla bir yatak olurdu. Dolayısıyla eşyalar sabit olarak mekânda yer işgal etmezdi. Her birim ve oda adeta portable eşyalarla günün içindeki ihtiyaçlara göre yeniden oluşurdu. Bu da az mekânda çok işin görülmesinden dolayı daha küçük mekânlarda daha büyük işlevler oluşarak dar mekânda genişlik üretilirdi. 40 m2 oturumlu 2 katlı ve küçük de olsa bahçesi olan bir evde bir büyük aile oturabilirdi. Bu bahçeler hem bir dinlenme alanı, hem de bir üretim alanıydı.

Bugün daha geniş olan çoğunlukla apartman dairesi evlerimizde sabitlenmiş masalar, koltuk takımları, yemek odası takımları gibi eşyalarla dolu çekirdek aileden oluşan evlerimizde daha dar mekândaymışız gibi hissederek yaşıyoruz. Üstelik topraktan uzak sınırlanmış bir mekân da fiziksel olarak yakın, ancak güven olarak uzak yaşadığımız komşulardan izole kozmopolit bir yaşam yaşıyoruz.

Yatay şehirleşme ve dikey şehirleşme anlayışını birbirinden farklı kılan ve ayrıştıran etkenler nelerdir? Bu mimarîlerin modern kent insanının sosyal hayatına getirileri ve götürüleri nelerdir? 

Yatay şehirler geleneksel kadim kültürlerin yaşam biçimidir. Burada toprak herkes tarafından erişilebilen ve kendi ihtiyacına göre evini inşa edebileceği bir mekândır. Toprak bu anlamda metalaşmamış ihtiyaca cevap veren, yatırım aracı olmayan üzerinde imar yasaları ile spekülatif kazanç aracına dönüştürülmeyen herkesin mahrem ve bir şekilde mübarek olan yuvasını inşa edeceği bir alandır. İlişkiler yatay mimarîde komşularla ve mahalleliyle daha anlamaya, tanımaya, yardımlaşma ve dayanışmaya açık insanî bir iklimde gelişir. Herkes bir yakınının ve komşusunun acısı ve sevincini yüreğinde hisseder, bugünler paylaşımların doruğa çıktığı günlerdir; doğum, düğün ve vefat günlerinde olduğu gibi…

Dikey yapılaşma arazinin metalaştırıldığı, mülkün eğer olarak insan emeğinin önüne geçtiği, dünyevîleşme ve gösterişin öne çıktığı, toprağın spekülatif bir kazanca, ranta dönüştürüldüğü bir zaman diliminde, mekânın mahremiyetinin yok edildiği yerde gelişir. Burada egemen olan davranış kozmopolit korunma ve sakınmaya ait davranışlar gelişir, mekân ve insan nüfusunda artış meydana gelir, bu da yozlaşma ve duyarsızlığın gelişiminin önünü açarak hürmet, saygı ve acıma duygularını baskı altına alarak hayasızlık ve merhametsizliğin kol gezdiği bir toplumu inşa eder. Çok katlı binalarla adeta topluma son zamanlarda toplum mühendisliği yapılıyor.

Çok katlı binalarla dünyanın her yerinde yerel kültürler baskı altına alınarak mimarîden malzeme kullanımına, peyzajdan dekorasyona kadar yerel kültürün gelişimi önündeki bütün imkânlar sınırlanmaya ve ulus ötesi yapıların dünya halkları için biçtiği yaşam şekilleri dayatılmaktadır. Mimarî en büyük ideoloji olarak karşımıza çıkıyor. Günümüz mimarîsi tüketim ve gösterişe dayalı seküler, değerlerden arındırılmış, dünyevî bir yaşamı bütün kültürlere dayatmaktadır. Havuzun etrafında, Fransız pencerelerden bakılarak inşa edilen bu mekân tasarrufu bizi biz yapan haya, edep, saygı ve hürmet duygularımızı tahrip ederek her birimizi mekân içersinde bir ayrıntıya, bir unsura indirgiyor. Herkes oturduğu site, kullandığı araç, tükettiği eşyalar kadar kendine aidiyetler inşa ediyor. İnsanımız mekânlarda ve tükettikleriyle ayrıştırılarak gettolaştırılıyor. İnsanî olan yardımlaşma ve dayanışma duygularımız törpülenerek, rekabet ve acımasızlık üzerine inşa edilen bir kültürle dünyamız adeta bir arenaya çevriliyor.

Mimarîleşme anlamında lüks hayat adına imarı oldukça artış gösteren ve kültürel anlamda bizi kendi özümüzden uzak kılan yapılar ve rezidanslar hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?  

Türkiye’de zaman içersinde mekânın değişimine bakmamız gerekir. Özellikle 1950’lerdeki göç sonrası ile şehirlerdeki nüfusta belirgin değişikliler oluşmuştur. Daha önce % 25’ler civarında olan şehirli nüfus artmaya başlamış Köyünden kalkıp kentin çeperlerine gelen insanlar köyündeki evin bir benzerini tek katlı olarak kamu arazilerinin üzerine yapmıştır. Bu dönemde olan aşırı göçe karşı, kamu tarafından, yeterli arsa ve alt yapı inşa edilememiştir. İnsanlarımız gecekondu dediğimiz bu evlerde kendilerine şehirde bir yaşama alanı inşa etmiştir. Bu aralar düzenli arsa inşa edilen yerlerde tek veya 2 katlı bahçeli mimarî açıdan da güzel olan evlerde inşa edilmiştir. 1980’lere gelirken şehrin çevre mahallerinde artan ihtiyaca karşılamak için bu müstakil evler yıkılarak apartman dediğimiz yaklaşık 6 katlı binalar kat karşılığı olarak çoğunlukla yerel mütaahitlerce inşa edilmiştir.

2000’li yıllara girerken dünyada global bir trend olarak mega şehirler inşa edilmesi yolunda bir akım uluslar arası bir uygulama olarak başlatılmıştır. Her şeyin markalaştırıldığı bir dünyada, mekân da markalaştırılmaya çalışılarak mekândan gerçek değerinin üzerinde bir kâr sağlamanın yolunun önü açılmıştır. “Marka kentlere marka mekânlar” anlayışı ile gelişen ve zenginleşen orta sınıfın elinde biriken sermaye bir şekilde ellerinden emilmeye başlanmıştır. Burada ana unsur konutun bir yatırım aracına dönüştürülmesidir. İnsanlar önceleri şehrin çevresinde inşa edilen boş arazilerde üretilen mekânlara yönlendirilmiştir. Büyük paralar ödenerek alınan bu mekânlar, zamanla trafik yoğunluğundan dolayı erişilemez olunca, şehrin nispeten merkezinde olan kamuya ait veya dar gelirli insanların yaşadığı mekânların dönüştürülmesine gelmiştir. Bu arada Türkiye’deki yapı stokunun depreme karşı dayanıksız oluşu ve yaşam riski taşıması bu mekânların çok katlı binalarla dönüşmesi için bir fırsat olarak gittikçe büyük sermayenin eline geçen mütaahitler için de bir fırsat oluşturmuştur.

Yeni oluşturulan çok katlı binalar ve rezidanslar hayatımıza hızlıca girdi. Bunlar hem taşıdıkları isimler, hem de sundukları imkânlarla bizleri kültürel olarak dönüştürmede en büyük “Truva atları” olacaklardır. Rezidanslar dünyada otel konforu sunan, ev rahatlığı oluşturan geçici konut olarak Batı dünyasında kullanılmaya başlandı. Rezidansları insanlar aileleri ile sürekli kalmak için değil, daha çok iş gezileri veya tatil amacıyla kullanırlar. Ülkemizde bu çok katlı binalar, rezidanslar sürekli konut olarak ailece kalınacak bir mekân olarak hayatımıza girdi. Bu binalarda sağlanan havuz, fitnes ve hatta son zamanlarda meditasyon ve yoga merkezleri ile bize ait olmayan bir dünya inşa ediliyor. 

Bu binalar sağlık açısından da sürdürülebilir bir mekân değildir. Özellikle çok katlı binalarda pencereleri olmayan binalar yapılarak, doğal hava girişi engellenmektedir. Çok katlı binanın beton kütlesinden çıkan radon gazı sağlık açısından büyük problemlidir. Enerji bağımlı olan bu binada oluşacak enerji sıkıntıları ciddi sorunlar çıkararak binaları kullanılamaz hale getirebilir. Özellikle büyük bir afet veya savaş zamanı çıkacak bir enerji krizinde bu binaların her biri bir afet noktasına dönüşebilir, suyun pompalanmadığı, asansörün çalışmadığı bu binalarda yaşamsal imkânlar nasıl sağlanabilir? 

Sabit binalarla dinamik insan ömrünün değişik hallerinde çocukluk, yaşlılık, özürlülük gibi durumlar bina-insan ilişkisi sürdürülebilir olmadığından bu binalarda kısa zaman dilimlerinde çok hareketlilik oluşacak ve ekonomik anlamda da büyük kayıplar meydan gelecektir.

Son dönemlerin üzerinde sıklıkla durulan konusu belki de Kentsel Dönüşüm. Bu konu hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyiz? Kültürel çıtası yüksek, daha duyarlı ve daha merhametli şehirler kurabilmek için gerekli olan şeyler nelerdir? Çocuklarımız için sağlam ve düzgün bir hayat imarı nasıl olmalı? 

Kentsel Dönüşüm afet riskini azaltmak endişesiyle ülkemizin önüne gelen bir gerçektir. Bu Kentsel Dönüşümü sağlıklı, sürdürülebilir, yaşanabilir bir şehirleşme için fırsata çevirmeliyiz. Burada fırsatçılık yapma lüksümüz yoktur. Türkiye sağlıklı ve güvenli şehirleşme için çok zaman kaybetti. Kaybettiğimiz bu zamanı kazanabileceğimiz, toplumsal barışımıza katkı yapacak, huzur ve güvenliğimizi arttıracak, daha estetik ve sosyal donatı alanlarına sahip yeni şehirler için bir imkân olarak bu Kentsel Dönüşümü görmeliyiz.

Kentsel Dönüşüm yasası olan 6306 sayılı “Afet Riski altındaki alanların dönüştürülmesi” yasası hem parsel bazında, hem de ada veya adalar bazında Kentsel Dönüşüme imkân veriyor. Henüz her şeyin başındayız, ihtiyaçlarımızı iyi analiz etmeliyiz. Parsel bazında yapılacak değişikliklerle belki binamızı güçlendirmiş ve bir kısım yeni imkânlar bina bazında oluşturmuş olabiliriz. Ancak bizim çocuklarımız, yaşlılarımız ve engelli insanlarımız için de şehri yaşanabilir kılmamız gerekir. Üstelik özel araç kullanımı çok arttığından bunlara da çözüm bulmamız gerekir. Bu aşama konuttan rant elde etmeden, hem yapıcılar, hem de konut sahipleri olarak vazgeçerek yaşayabileceğimiz huzurlu ve emin mekânları inşa etme konusunda özveride bulunmalıyız.

Sivil toplum ve devlet el ele vererek adeta bir “imece anlayışı” ile evlerimizi ve yaşadığımız bütün mekânları büyük bir bilgelik içerisinde, gelecek nesillerin de hakkını düşünen erdemlilikle inşa etmeliyiz. Şehri “Herkes için şehir” anlayışı ile “merhametli bir şehir” kılmalıyız. “Düne saygı, bugüne adalet ve geleceğe miras olarak ne bırakıyoruz” duyarlılığını kaybetmemeliyiz. Kentsel Dönüşümden herkes için yaşanabilir şehirler çıkarmalıyız.

Geleceğin şehirleri daha insanî olmalı, toprak daha yakın yaşamalı ve havayı teneffüs etmeli, topografya ve coğrafyaya saygılı olmalıyız. Bizimle birlikte diğer canlıların da şehirde hakkı olduğunu unutmamalıyız. Şehirle beraber camilerimizde daha işlevsel, daha estetik bir şehir ve semt cami olarak yeniden zengin sosyal donatı alanları ile birlikte inşa etmeliyiz. Özellikle kadınlarımız için camiyi erişilebilir ve güvenli kılmalıyız.

Röportaj: Melek ŞAFAK / [email protected]

Etiketler: melek şafak
Okunma Sayısı: 4274
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı