Prof. Dr. Kemal Sayar, değişen, dönüşen modernleşen şehirlerin toplumu adaletten, muhabbetten yoksunlaştıran, ayrıştıran, yalnızlaştıran yönlerine dikkati çekerken, “Birbirimizin hikâyelerini dinleyemez hale geliyoruz. Mahallenin kayıplara karışmasıyla insan çok yalnızlaşıyor. Hız kültüründen kendimizi soyutlamamız lâzım. Kendimize, sevdiklerimize, manevî âlemimize daha fazla zaman ayırmamız lâzım” diyor.
Modern şehirlerin temel sorunlarına ve bu sorunların insanlar üzerinde bıraktığı etkilere değinebilir miyiz?
Modern şehirlerin en temel problemlerinden bir tanesi adaletsizlik duygusunu çoğaltmasıdır. Şehrin mutena mahalleleri ile daha yoksulların yaşadığı yerlerin arasına büyük duvarların örülüyor olması, insanların birbirine kaynaşmadan, birbirini görmeden yaşamalarıdır. Bazen bakıyorsunuz bir, iki sokak ötede insanlar çok büyük bir fakr-u zaruret içinde yaşarken, aynı bölgede büyük duvarların arkasında, büyük malikâneler görebiliyorsunuz. Bu komşuluk ahlâkını da yok eden bir durumdur. Adaletsizlik duygusunu çoğaltan ve yoksulların görünmemesini beraberinde getiren bir durum. Çünkü o devasa evlerde yaşayan insanlar vasıtaları ile yoksul mahallelerden geçiyorlar ve orada durmadan, konaklamadan o insanların dertlerine değmeden yaşayabiliyorlar. Maalesef gettolaşmayı beraberinde getirebiliyor modern şehirler.
Bir başka yönü ise, binaların insan fıtratına uygun inşa edilmemesi sonucunda yabancılaşmanın tırmanmasıdır. Devasa binalarda yaşayan insanlar birbirleri ile komşuluk edemeden, birbirlerini tanıyamadan, birbirlerinin ruhuna değmeden yaşayıp gidiyorlar.
Modern şehirlerin yine bir diğer sorunu da insanın tabiat özleminin adeta ertelenmesi, tabiata duyduğumuz ihtiyacın görmezden gelinmesi ve şehirlerin gitgide betonlaşması. Bu daha çok rant ekonomisinin geçerli olduğu toplumlarda dikkatimizi çekiyor. Her boşluk beton ile dolduruluyor. İnsanlar o betonlardan kendilerini kurtarıp rahatlayabilecekleri, ruhlarını dinlendirebilecekleri yeşil alanlardan mahrum kalabiliyorlar.
Yine modern şehirde sıklıkla ihmal edilen şeylerden bir tanesi de insanların buluşabildiği geniş meydanların giderek ihmal edilmesi ve hız eksenli şehirlerin imar ediliyor olması. ‘Hız eksenli şehir’ arabayı eksene alarak şehrin kurgulanması demektir. İnsanların rahatlıkla yürüyebilecekleri, yürüyerek gidip gelebilecekleri, birbirleri ile yürüyerek temas edecekleri mekânların azalması, bunların neticesinde arabası ile her yere gittiği için, yine birbirine dokunmayan, değmeyen insanların ortaya çıkmasıdır. Bu durum yabancılaşma duygusunu arttırıyor. İnsanların birbirine değecekleri, birbirinin derdini dinleyecekleri, birbirlerini anlayabilecekleri vasatları ortadan kaldırıyor. Bu da önyargının çok kolay pekişebilmesi demektir. Çünkü insanlar birbirini tanıdıkça, birbirine değdikçe ve birbirini anladıkça ancak önyargılarından uzaklaşır ve karşıdakinin de bizim gibi bir insan olduğunu, ortak dertlere sahip olduğumuzu düşünebilir.
Eskiden mahalle kültürü, muhabbet, yardımlaşma ve komşuluk hakkı gibi birçok değere sahipken, günümüzde bu güzelliklerin ortadan kalktığına üzülerek şahit oluyoruz. Sefertası modelinde inşa edilen ve hızlı yaşayan şehir modelleri bizden mânâ bakımından neleri götürüyor?
Birbirimizin hikâyelerini dinleyemez hale geliyoruz. Mahallenin kayıplara karışmasıyla insan çok yalnızlaşıyor. Yalnızlık yine modern şehrin bir problemi olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü ruhsal sıkıntılar, dertler yalnız insanda kendine çok daha kolay yuva, menfez buluyor. İnsanın dünyada zor, sıkıntılı anlarında derdine koşacak dostları, komşuları olmazsa, çok daha kolay endişe bozukluklarına veya depresyona yakalanabiliyor. Bu sefertası modeli olarak bahsettiğiniz o şehrin dikey büyümesi insanların birbirleriyle karşılaşma ihtimallerini çok azaltıyor.
Ayrıca tabiat ile karşılaşma ihtimalini de azaltıyor. Ruhlarımızı dinlendirebilecek sükûna erdirebilecek insanlardan ve tabiattan mahrum kalarak gergin bir şekilde hayatımıza devam ediyoruz. Bu gerginliklerin neticesinde de insanlar artık birbirilerine ilaç değil, birbirlerine zehir haline geliyorlar.
Geçmiş çağların temel düsturlarından bir tanesi komşumuzu sevmek üzerine kuruluydu. Fakat şimdi komşumuzdan korkar hale geldik. Çünkü şehirler emniyetsiz hale geldi. Bu dikey büyüme ile beraber çok fazla nüfusun bir alana tıkıştırılmasıyla beraber büyük bir sıkışma duygusu, gerginlik duygusu ve komşuya emniyet edememe duygusu ortaya çıkıyor.
Komşuya emniyet edememe duygusunun bir sonucu da çocuklarımızı artık sokakta büyütemez hale gelmemiz. Çocuklar mahalle kültürünün koruyuculuğu ve şemsiyesi altında çok kolaylıkla sokaklarda evin önünde oynayabiliyorlardı geçmişte. Çünkü mahallenin çocuğu koruma altındaydı. Yani Ayşe Teyze, Fatma Teyze, başka komşular bizim çocuğumuza da vaziyet ederlerdi. Şimdi çocuklarımız sahipsiz, anonim varlıklar ve üç blok ötede yaşayan veya iki blok ötede yaşayan, yahut aynı apartmanda yaşayan bir kimsenin hırlı mı, hırsız mı, tekin mi, tekinsiz mi olduğunu maalesef şuan da bilemiyoruz. Sokaklar giderek emniyetsileşiyor, mahallenin o koruyucu kalkanından uzaklaştıkça da emniyet paranoyamız artıyor. Onlarca kilit yaptırıyor, evlerimizi, bahçelerimizi büyük duvarların arkasına gizliyoruz ve giderek yalnızlaşıyoruz!..
Farklı kültürlerin bir araya gelmesi de bunu tetikliyor mu Hocam?
Farklı kültürlerin bir araya gelmesi aslında her toplum için bir zenginliktir. Fakat biz başka kültürü bize tehdit olarak algılamaya başladığımız anda o paranoyamız çok had safhaya varıyor. Modern şehirlerin kurgulandığı temel eksenlerden bir tanesi de bu paranoya! “Komşum bana zarar verebilir, bir başkası bana zarar verebilir, sokakta karşıma çıkan hiç tekin olmayabilir ve bana zarar verebilir” düşüncesi bizi daha endişeli, daha gergin ve emniyet tedbirlerini her gün daha fazla düşünen bireyler haline getiriyor.
Peki bu korkuyu, endişeyi tetikleyen nedenler nelerdir?
İnsanlar arasındaki yakınlık azaldıkça, kötülük görme düşüncemiz artıyor. İnsanları birbirimize dost bilmiyoruz, komşumuzu kendimiz gibi sevmek yerine komşumuzdan korkmaya başlıyoruz. Bu hem modernitenin yarattığı otomizasyonun, herkesin parçalanmasının bir cemaatten bir topluluktan uzaklaşmasının yarattığı bir yersiz-yurtsuzluk hissi, hem de modern mimarînin insanın fıtrî ihtiyaçlarını görmezden gelen, insanı yabancılaştıran etkisinin bir sonucudur.
AVM’LERLE BİRLİKTE ASLINDA KAYBETTİĞİMİZ PEKÇOK DEĞER VAR, TOPLUMUN DOKUSU TAHRİP OLUYOR
Metropollerde son dönemde öne çıkan faktörlerden biri de devasa Alışveriş merkezleri. Geleneksel değerlerimizin AVM kültürü ile gitgide yok edildiği ve insanların psikolojik olarak para harcama güdülerinin okşandığı düşüncesini taşıyoruz. Bu merkezlerin insan psikolojisi üstündeki ve ortak yaşam noktasındaki etkileri hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Modern çağda alışveriş merkezleri insanlara bir eğlence imkanı sunuyormuş gibi görünüyor. Fakat AVM’lerle birlikte aslında kaybettiğimiz pek çok şey var! AVM’ye doluşan insanlar birbiri ile ortak bir paylaşım kültürü etrafında bir araya gelmiyorlar. Yine birbirine değmemek üzere kurulu bir sistem var orada. Daha çok ışıltılı reyonlarla alışverişe teşvik ediliyor insanlar. Hatta orada çalınan insanlara dinletilen müziklerin bir şekilde alışverişe teşvik ettiği düşünülüyor. AVM gezmek ile insan rahatlamıyor tam aksine belki lüzumsuz mallar tüketerek ancak varolduğunu düşünüyor ve bu da kişiyi hem ekonomik olarak yıpratıyor hem de AVM’lerdeki o statik elektrik yükünü alarak daha da gerginleşmiş oluyorlar. Hava ile temas edemiyorlar, sirküle edilen aynı havayı teneffüs etmek zorunda kalıyorlar. 1970’li yıllarda ortaya çıkan ‘hasta bina sendromu ’ diye bir teşhis vardı. ‘Hasta bina sendromu’ camların rahatlıkla açılamadığı, hava ile temasın az olduğu binalarda yaşayan ve yetişen insanların bir süre sonra birçok piskosomatik hastalık geçirdiğini bize söylüyordu. Hakikaten böyle camların özgürce açılamadığı, gökyüzü ve hava ile temas edilemediği ortamlarda insanlar giderek daha gerginleşebiliyorlar. Bir de bu AVM’ler “Tükettiğin kadar varsın!” ideolojisini bize aşılıyor. Orada o ışıltılı neonların, vitrinlerin arasında dolaşırken sahip olamadığımız şeylerden dolayı bir üzüntü de yaşayabiliyoruz. Ailecek bizi bir araya getiren veya bize rahatlık, sükun veren şeyin sadece bir alışveriş merkezinde varolmak olduğunu yönünde bir yanılsamaya kapılabiliyoruz. Bir aile bir alışveriş merkezine gittiği zaman birbirin yüzüne bile çok fazla bakmıyor. Herkes vitrinlere ve etrafa, insanlara bakıyor ve aslında o bir arada geçirilen bir zaman da olmamış oluyor. Ayrıca AVM’ler bizi hep tüketmeye özendiren yapısıyla dikkatimizi ruhumuzdan alıp yine dış dünyaya çevirmiş oluyor. Bir güzellikle de karşılaşmıyoruz. Bir ağaç ile karşılaşsak ruhumuz belki çok daha dinlenecek, rahatlayacak ama o ağaçla da alışveriş merkezlerinde karşılaşma şansımız yok! Olan tek şey bize pahalı fiyatlar ile satılan mallar, mülkler. Batı da bazı ülkelerde Pazar günleri AVM’lerin kapatıldığını duyuyoruz. Almanya’da bununla ilgili bir rakım var. Özellikle oradaki bazı Hristiyan gruplar AVM’lerin Pazar günleri kapatılması ve insanların kiliseye devamına imkan sağlanması yönünde bir takım lobiler, çalışmalar yürütüyorlar. Bunun çok manasız olduğunu düşünmüyorum. Çünkü insanların kendi mahallelerinin toplumu ile bir araya gelebildikleri mesela batı toplumunda yegane gün olan Pazar gününde de insanlar alışveriş merkezine gittikleri zaman o toplum ve cemaat hissi tamamen elden kaçıyor. AVM’ler Türkiye’de şehir dışına alınması düşüncesi bana mantıklı geliyor. Her köşe başına AVM açılması da bence bizim yabancılaşmamızı, bireycileşmemizi çok tırmandırıyor. AVM’lerin bu kadar yaygınlaşmayı ile Türk toplumunun bireyciliği bir yaşam tarzı olarak giderek benimsenmesi arasında ben bir paralellik görüyorum. Bireyci hayatlarda insan ötekinin ne olduğunu, ne hissettiğini çok düşünmez. Sadece kendisi için yaşar. Bunlar hep aslında modern dünyanın bize sunduğu tuzaklar, tezgahlardır. Çok fazla alışveriş merkezinde dolaşmak aynı zamanda çok tüketime eksenli bir hayat sürmek demek, çok narsist bir hayat sürmek demek sadece kendini düşünerek varolmak demek. Bütün bunlar hep bir pazılın değişik parçaları gibi geliyor bana.
Anladığım kadarıyla mutluluğu birlik olmakta, cemaat olmakta, birbirine manen çok daha fazla dokunabilmekte ve anlayabilmekte görüyorsunuz…
Ve insanı emin bir varlık olarak görebilmekte!..
* * *
Bireylerin artık mekanikleşmiş olan hayatın akışından sıyrılıp kendilerini izleme ve ruhen dinlendirme anlamında neler yapmaları gerekiyor?
Hız kültüründen kendimizi soyutlamamız lâzım. Ve yahut da hep böyle koşuşturarak iş öncelikli yaşamamamız gerekiyor. Kendimize, sevdiklerimize, manevî âlemimize daha fazla zaman ayırmamız lâzım. Bunun için de o koşuşturmacadan arada kendimizi çekip yavaşlayabilmemiz, dostlarımızla, sevdiklerimizle daha uzun zamanlar geçirebilmemiz, günlük hayatın koşturmacasına sıklıkla ara vermememiz, cep telefonumuzu, televizyonu, bilgisayar ekranlarını kapatabilmemiz, mektup yazabilmemiz, kitap okuyabilmemiz gerekmektedir. Hayatımızda daha durağan etkinliklere de vakit ayırabilmemiz gerekir. Şehrin içinde dolaşıp aylaklık yapmak, arkadaşlarımızı, dostlarımızı ziyaret etmeye zaman ayırabilmek. İşte bunlar modern şehir kurgusunda pek olmayan şeyler. Hepimiz bir karınca gibi oradan oraya koşturarak yaşıyoruz. Aslında biri bizi filme çekse ve biraz hızlandırarak hayatımızı bize izletse bir karınca gibi oradan oraya mânâsız bir şekilde koşturduğumuzu göreceğiz. Bizler belki de madden zengin, fakat manen fakir hayatlar yaşıyoruz. Hayatımızı ne kadar mânâ açısından zenginleştirirsek çocuklarımıza da o denli yararlı olabiliriz. Çünkü çocuklarımız bu koşturmaca içinde yüzünün gözünün feri sönmüş anne babalar ile karşılaşıyorlar akşamları. Onlarla canlı bir iletişim kuramayan, onları yeterince güzel bir ilgi ile sevemeyen anne babalar ile karşılaşıyorlar ve bundan dolayı büyük hayal kırıklıkları yaşayabiliyorlar.
Son dönemlerin üzerinde sıklıkla durulan konusu belki de Kentsel Dönüşüm. Bu konu hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Kentsel dönüşüm geçmişin kentleşme hatalarını tekrarlamamalı bana göre. İnsanlara yeterince boşluk, yeterince yeşil alan verebilen bir dönüşümün çocuklara yeterince oynayabilecekleri alan sunabilen bir dönüşümün yararlı olacağını düşünüyorum. Kentsel dönüşüm yapılan alanların rant kaygılarıyla aşırı değerlendirilerek peşkeş çekilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Bu kentsel dönüşümün ruhuna çok büyük bir ihanet olur! “Mutenalaştırma” dediğimiz faaliyet içinde bazen şehirlerimizin, mahallelerimizin özgün dokuları ölebiliyor. Meselâ Sulukule için yapılmış olan kentsel dönüşümde o bölgede villalar inşa edildi. Bölgenin kültürü ile tarihi ile hiç alâkası olmayan bir sürü villa inşa edildi ve o villalar el değiştirdiğinde Sulukule, Sulukule olmaktan çıktı. Bir şehri dönüştürürken insan florasına da dikkat etmek gerekir. Güzel binalar yapmak kentsel dönüşüm demek olmamalı. Oralara yaptığımız güzel binalara otantik kültürü otantik mahalle hayatını koruyarak süslemeliyiz. İnsanın olmadığı yerde binanın tek başına hiçbir ehemmiyeti yoktur. Şehirlerimizi rant eksenli bir düşünceye kurban verebiliyoruz zaman zaman. Özellikle bu politik kirlenmeden uzaklaşmamız lâzım. Varolan her boşluğu bence yeşillik için değerlendirmemiz çok daha doğru olur.
Kültürel çıtası yüksek, daha duyarlı ve daha merhametli şehirler kurabilmek için gerekli olan şeyler nelerdir?
Şehirlerimizi insan eksenli olarak düşünmemiz lâzım, araba, taşıt eksenli bir kültür anlayışından insan eksenli bir şehir kültürüne geçmemiz lâzım. Yine tekrar edeceğim; insanların birbirine temas ettiği meydanları, agoraları, çeşme başlarını artırmak lâzım. İbadethaneleri ihmal etmemek lâzım, çünkü ibadethaneler de insanların bir araya geldiği bir dayanışma duygusunu çoğalttıkları yerlerdir.
Çocuklarımız için sağlam ve düzgün bir yaşama imarı nasıl olmalı?
Çocuk dostu şehirler kurmayı başarmalıyız. Her mahallemizde üç beş ev için çocukların rahatlıkla dışarı çıkıp oynayabilecekleri güvenli çocuk parkları da inşa edebilmemiz lâzım. Çocukların ve özürlü-engelli vatandaşlarımızın rahatlıkla yürüyebildikleri bazı şeylerden çok rahatlıkla istifade edebildikleri taşıtlara rahatlıkla binebildikleri kaldırımlar, yollar inşa etmemiz lâzım. Arabaların gidemediği alanlar inşa etmemiz lâzım. Anne-babaların çocukları bıraktığı zaman “çocuğum sokakta ezilir mi!” endişesini düşünmedikleri şehirler ve mahalleler kurmamız lâzım.
Devam edecek...
* * *
Röportaj: Melek Şafak
[email protected]