Bediüzzaman Said Nursi'nin 'Kainata değişmem dediği' değerli talebeleri, merhum Zübeyir Gündüzalp'in ''Okumak okumak yine okumak. Okumaktan yorulunca ne okuduğunu okumak veya kitab-ı kebir-i kainat(büyük kainat kitabını) okumak.'' şeklindeki veciz ifadeleri, hakikate ulaştıracak okumaların, tefekkürlerin önem derecesine vurgu yapmaktadır.
Bu doğrultuda Kur'an-ı Hakim'in hakikatli bir tefsiri olan Risale-i Nur penceresiyle Kainat Kitabı'nın okumaya devam ediyoruz.
Ve Cenab-ı Hakk'ın Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ında da vurguladığı ''De ki: “Yeryüzünde dolaşın da Allah’ın başlangıçta yaratmayı nasıl yaptığına bakın. Sonra Allah (aynı şekilde) sonraki yaratmayı da yapacaktır. (Kıyametten sonra her şeyi tekrar yaratacaktır) Şüphesiz Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.” (Ankebut Suresi,20) fermanı ve Peygamber Efendimizin -Aleyhissalatu Vesselam- “Bir saat tefekkür, bir sene ibadetten hayırlıdır” hadis-i şerifleri doğrultusunda Cenab-ı Hakkın kainattaki zerrlerden yıldızlara kadar olan azim tasarrufatını tefekkür ediyoruz.
Yeni Asya Gazetesinin değerli yazarlarının konuyla ilgilimakaleleriyle bizler için yaratılan kainatta kısa bir yolculuğa çıkmaya davet ediyoruz sizleri...
Risale-i Nur'da konuyla ilgili önemli ifadeler;
“İşte şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere mânâsında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır; şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflînin, anâsır dalları, nebâtât ve eşcar yaprakları, hayvanât çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür.
Sâni-i Zülcelâlin ağaçlar hakkında cârî olan bir kanunu, elbette şu şecere-i âzamda da câri olmak, muktezâ-i ism-i Hakîmdir.
Öyle ise, muktezâ-i hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem, öyle bir çekirdek ki, âlem-i cismânîden başka, sâir âlemlerin numûnesini ve esâsâtını câmi’ olsun. Çünkü, binler muhtelif âlemleri tazammun eden kâinatın çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz.
Mâdem şu şecere-i kâinattan daha evvel, o nevden başka şecere yok; öyle ise, ona menşe’ ve çekirdek hükmünde olan mânâ ve nur, elbette yine şecere-i kâinatta bir meyve libasının giydirilmesi, yine Hakîm isminin muktezâsıdır.
Çünkü, çekirdek dâimâ çıplak olamaz. Mâdem evvel-i fıtratta, meyve libasını giymemiş; elbette, âhirde o libası giyecektir.
Mâdem o meyve insandır ve mâdem insan içinde, sâbıkan ispat edildiği üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem semere ve umumun nazar-ı dikkatini celb eden ve arzın nısfını ve beşerin humsunun nazarını kendine hasreden ve mehâsin-i mâneviyesi ile âlemi ya nazar-ı muhabbet veya hayretle kendine baktıran meyve ise zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmdır; elbette, kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zâtında cismini giyerek, en âhir bir meyve sûretinde görünecektir.
“Ey müstemi’! Şu acîb kâinat-ı azîme, bir insanın cüz’î mahiyetinden halk olunmasını istib’âd etme! Bir nevî âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı nur-u Muhammedîden (Aleyhisselâtü Vesselâm) nasıl halk etmesin veya edemesin?
İşte şecere-i kâinat, şecere-i Tûba gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar, nurânî bir hayt-ı münâsebet var.
İşte Mi’rac, o hayt-ı münâsebetin gılâfı ve sûretidir ki, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o yolu açmış; velâyetiyle gitmiş, risâletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliyâ-i ümmeti, ruh ve kalb ile o cadde-i nurânîde, Mi’rac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidadlarına göre makamât-ı âliyeye çıkıyorlar.
“Hem, sâbıkan ispat edildiği üzere, şu kâinatın Sânii, birinci işkâlin cevabında gösterilen makàsıd için, şu kâinatı bir saray sûretinde yapmış ve tezyin etmiştir.
O makàsıdın medârı, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) olduğu için, kâinattan evvel Sâni-i Kâinatın nazar-ı inâyetinde olması ve en evvel tecellîsine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünkü, bir şeyin neticesi, semeresi evvel düşünülür.
Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir. Halbuki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.), hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medâr-ı kıymeti ve bütün maksadların medâr-ı zuhuru olduğundan, en evvel tecellî-i icada mazhar onun nuru olmak lâzım gelir.”
(Sözler, s. 532)
Bu ifade çok derin mânâları hâvîdir.
Biz meselenin Big Bang teorisi ile ilgili tarafına kısa bir izah getirmek istiyoruz. Zira ifade, 1922 yılında temelleri oluşturulan ve 1989 yılında tam olarak ispat edilen Big Bang teorisine hatta daha ilerisine işaret ediyor.
Peki, Big Bang Teorisi nedir?
Big Bang teorisi materyalist felsefeyi yerle bir eden, kâinatın yoktan yaratıldığını ispat eden ve bu gün inansın veya inanmasın bütün bilim adamları tarafından kabul edilen bir yaratılış teorisidir.
1922’de Rus fizikçi Alexandre Friedmann, Einstein’in genel izafiyet teorisine göre kâinatın sabit ve durağan bir yapıya sahip olmadığını ve en ufak bir etkileşimin kâinatın genişlemesine veya büzüşmesine yol açacağını hesapladı.
Friedmann’ın çözümünün önemini ilk fark eden kişi ise Belçikalı astronom Georges Lemaitre oldu. Lemaitre, bu çözümlere dayanarak kâinatın bir başlangıcı olduğunu ve bu başlangıçtan itibaren sürekli genişlediğini iddia etti. Ayrıca, bu başlangıç anından arta kalan radyasyonun da tesbit edilebileceğini belirtti.
Yapılan hesaplamalar, kâinatın tüm maddesini içinde barındıran bu “tek nokta”nın, korkunç çekim gücü sebebiyle “sıfır hacme” sahip olacağını gösterdi. Kâinat, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Bu patlamaya “Big Bang” (Büyük Patlama) dendi ve bu teori de aynı isimle bilindi. Big Bang’ın gösterdiği önemli bir gerçek vardı: Sıfır hacim “yokluk” anlamına geldiğine göre, kâinat “yok” iken “var” hale gelmişti. Bu ise, kâinatın bir başlangıcı olduğu anlamına geliyor ve böylece materyalizmin “Kâinat, sonsuzdan beri vardır” tezini geçersiz kılıyordu.
1948 yılında bilim adamları, büyük patlamadan arta kalan ve kâinatın genişlemesiyle birlikte soğuyan ışınımın (radyasyon) yaklaşık -268 °C’lik bir sıcaklığa sahip olması gerektiği sonucunu teorik olarak hesapladılar. Aradan yaklaşık 20 yıl geçtikten sonra 1965’te iki elektronik mühendisi duyarlı bir radyo antenini ayarlarken, antenin algıladığı sinyallerle kâinatın yaklaşık -270 °C’lik bir radyasyonla dopdolu olduğunu fark ettiler. Böylece 20 yıl önce teorik olarak hesaplanan sonuç ispatlanmış oldu.
Bu yıldan sonra Big Bang teorisi deney yolu ile de ispatlanmış oluyordu.
1965 yılındaki bu ispat hâlâ bazı bilim adamalarını ikna etmemişti. Bunun üzerine NASA 1989’da uzaya bir uydu fırlattı. Maksat büyük patlamadan sonraya kalan radyasyonu ölçmekti. Uydu daha fırlatılışından kısa bir süre sonra kesin olarak bu radyasyonun varlığını doğruladı. Böylece 1989 yılında bu teori kesin olarak kabul edilmiş oldu.
Özetlersek:
Bu teoriye göre;
1- Kâinat yoktan var edilmişti,
2- Kâinatın öncesi yoktu, yani zaman ve mekân aynı anda yaratılmıştı,
3- Materyalist felsefenin dediği gibi kâinat ezelî ve ebedî değildi,
4- Kâinat büyümeye ve genişlemeye devam ediyordu,
5- Böylece kâinatı bir son bekliyordu.
İşte Big Bang teorisinin kısa bir özeti bu.
Peki bu teorinin yukarıda, Mirac Risâlesinden naklettiğimiz ifadeler ile bağlantısı ne?
Bediüzzaman Hazretleri bu ifadelerle Big Bang teorisine mi işaret etmiş oluyor?
Bu ifadelere göre Big Bang teorisi yaratılışı açıklamak açısından yeterli mi?
Yoksa daha ileri keşifler mi gerekiyor?
Bu ve benzeri soruların cevaplarını da, yarınki yazımızda naklettiğimiz ifade içinden bulmaya çalışalım.
Evet Bediüzzaman Hazretleri, Big Bang Teorisine, hatta çok daha ileri derecesine işaret ediyor ve konuyu çok daha geniş bir çerçeveden ele alıyor.
Şöyle ki:
“İşte şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere mânâsında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır; şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflînin, anâsır dalları, nebâtât ve eşcar yaprakları, hayvanât çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür.
Sâni-i Zülcelâlin ağaçlar hakkında cârî olan bir kanunu, elbette şu şecere-i âzamda da câri olmak, muktezâ-i ism-i Hakîmdir. Öyle ise, muktezâ-i hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır.”
İşte bu ifadeler doğrudan Big Bang teorisini misâl yolu ile net bir şekilde izah ediyor.
Yukarıdaki ifadeyi biraz açarsak:
Bediüzzaman bu kâinatı bir büyük ağaca benzetiyor. “Kâinat azim bir ağaç, azim bir şecere tarzındadır” diyor. “Bu büyük ağacın ise anasır, yani madde ve moleküller dalları, kolları, gövdesi hükmünde, bitkiler ve ağaçlar ve nebatlar yaprakları hükmünde, hayvanlar çiçekleri ve insanlar da meyveleri hükmündedir” diye bir taksimat yapıyor.
Şimdi gerçekten yıldızlara baktığımız zaman tamamen unsurlardan, yani madde ve moleküllerden meydana geldiğini görürüz.
Meselâ Güneşimiz hidrojen ve helyum atomundan müteşekkildir. Dünyamız ise atom ve moleküllerle birlikte çiçek, yaprak ve meyve hükmündeki nebat, hayvanat ve insanlardan meydana gelmiştir.
İşte bu görünen âlem “âlem-i süflî” olarak tanımlanıyor. Bunun zıddı veya kardeşi “âlem-i ulvî” olarak isimlendiriliyor. Âlem-i ulvî ve âlem-i süflî ifadeleri zaten başlı başına çok derin sırları ihtiva ediyor.
Asrımızda keşfedilen Big Bang teorisi de “âlem-i süflî”ye, yani bu görünen âleme bakıyor. Halbuki bu kâinatın bir de öte yüzü var. Her iki yüz de aynı noktadan çıkmış. Bu konuya inşallah temas edeceğiz.
Şimdi yukarıdaki ifadeye devam edersek.
Evet Üstad “ağaçlar için geçerli olan bir kanunun kâinat için de geçerli olduğunu” söylüyor. Bunun neticesinde ise, “bu büyük kâinat ağacının da bir tohumdan, bir çekirdekten yaratıldığı” hükmünü veriyor.
Yani, kâinattan evvel bir çekirdek var idi ve bu kâinat o çekirdeğin açılması ile kademe kademe bir ağaç şeklinde yaratıldı. Önce çekirdek açıldı, yani Big Bang teoremine göre patladı.
(Bir toprağa ekilen tohumun ilk çatlama sesini kâinat ölçeğinde büyütsek, galiba o da bir Big Bang olurdu. Tohumları çatlatan Allah’tır.)
İşte Bediüzzaman Hazretleri, bu ağaç misali ile ancak 1989 yılında kesin olarak ispatlanmış olan Big Bang teorisinin temellerine, esaslarına ve neticelerine işaret ediyor. Belki de işaretten öte mühim bir İlâhî kanunu tespit ediyor.
Peki, Big Bang teorisi yaratılış için yeterli bir teori mi? Yani her hususu açıklamaya yetiyor mu?
Bu ve benzeri suallere tam olarak evet demek mümkün değil. Çünkü Big Bang teorisi sadece görünen kâinatın tarifini ve teşhisini yapıyor. Üstadın deyimi ile “âlem-i süflînin” veya madde âleminin. Halbuki kâinat sadece görünen ve maddî âlemden meydana gelmemiş. Bir de aynanın ters yüzü var.
Yukarıdaki ifadede geçen şu sözlere dikkat edelim:
“Hem, öyle bir çekirdek ki, âlem-i cismânîden başka, sâir âlemlerin numûnesini ve esâsâtını câmi’ olsun. Çünkü, binler muhtelif âlemleri tazammun eden kâinatın çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz.” (Sözler, s. 532)
İşte bu noktada Bediüzzaman Hazretleri, o çekirdeğin tam mahiyetini açıklıyor. Big Bang teorisyenlerinin “sıfır hacim” diye tanımladıkları kâinatın ilk çekirdeğinin mahiyetini yani.
“Ve bu çekirdeğin mahiyetinde hem kâinatın görünen yüzündeki âlemlerin numuneleri, hem de görünmeyen yüzündeki âlemlerin numuneleri vardır” diyor.
Bir başka deyişle bu çekirdeğin mahiyetinde unsurlar dediğimiz atomlar ve moleküllerden teşkil olunan maddî âlemlerle birlikte, ruhlar âlemi, misal âlemi, hayal âlemi, levh-i mahfuz, melek âlemi diye tanımladığımız âlem-i ulvînin de numuneleri tam olarak bulunmaktadır.
Bunları kısaca mülk ve melekût âlemleri olarak tanımlıyoruz.
Bu noktada işte böyle bir çekirdeğin “kuru bir madde” olamayacağına dikkat çekiliyor. Ve bu günkü Big Bang teorisinin eksik kalan en önemli tarafı nazarlara sunuluyor.
Zira bu teoride kâinatın öteki yüzü hakkında net bir tespit ve teşhis yoktur. Teori sadece görünen tarafla, yani madde ile ilgilidir. Halbuki kâinat sadece maddeden ibaret değildir. Demek ki Big Bang teorisi çok daha fazla gelişmeye muhtaç gözüküyor.
Çünkü Bediüzzaman yukarıdaki tespitte kâinatın ilk çekirdeğinin çatlamasından, yani hayat düğümünün açılmasından itibaren hem mülk, yani gördüğümüz maddî kâinatın, hem de melekût yani görmediğimiz manevî kâinatın aynı anda teşkile başlandığını ifade ediyor. Yani âlem-i süflî ile âlem-i ulvî’nin.
Bu yazımızı bir hadis-i şerif naklederek bitirelim:
Abdullah bin Cabir (ra) Peygamberimiz’e soruyor: “Allah’ın her şeyden evvel yarattığı şey nedir?”
Peygamberimiz -Aleyhissalatu Vesselam- cevaben:
“Her şeyden evvel senin peygamberinin nurunu Kendi nurundan yarattı. Nur, Allah’ın kudreti ile dilediği gibi gezerdi. O zaman ne Levh-i Mahfuz, ne kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne sema, ne ay, ne güneş, ne insan, ne de cin vardı” diyor.
(Kastalanî, Mevabibü’l-Ledünniye: 1/6.)
Yeni Asya Yazarı Halil Akgünler
YARATILIŞ KAVRAMI NASIL ANLAŞILMALIDIR?
Yaratılışın işaret fişekleri: İbda’ ve inşa’
İKİ İŞARET FİŞEĞİ
Bu kavramlar, hilkat mu’cizesinin iki işaret fişeğidir:
1- İhtira ve ibda’
2- İnşa, terkip ve san’at
Bediüzzaman müşahede ettiği hilkat sahifelerini bu iki tür kavramla güncelliyor, gündemimize getiriyor.
Yeni Asya İlahiyatçı Yazarı Süleyman Kösmene'nin Yaratılış kavramı üzerine Risale-i Nur'da vurgulanan yaratılışın iki yönüne dikkat çekerek kaleme aldığı önemli yazıyı istifadenize sunuyoruz;
http://www.yeniasya.com.tr/gundem/gunes-ten-pluton-dan-allah-a-ulastiran-bir-tefekkur-yolculuguna-davetlisiniz_347293
Haber Merkezi