Acz ve fakr... İnsanın hakikî mahiyetini, bu iki kelimeden daha güzel ne özetleyebilir? Çoğu zaman gafletle unuttuğumuz aslî hakikatimiz; en zahir şekliyle dünyaya gelmemizde ve yine dünyadan ayrılmamızda görünür. Bu zaman dilimleri haricinde seyeran ederken, gaflet perdesi altında çoğu zaman unutulur. Tâ ki bir musîbetin tahrikiyle uyanana kadar.
Yazı: Hatice Tuba Eren
Bir damla sudan yaratılan ve çeşitli aşamalardan geçerek vücud giydirilen insanoğlu, anne bedeninden ayrılıp hayata gözünü açmasıyla -öncesinde olduğu gibi- yine büyük bir inayet kuşatır onu, çünkü hiçbir ihtiyacını yardım olmadan karşılayabilecek durumda değildir. Sonsuz zaaf içinde medet bekler durumdayken, acziyeti hürmetine etrafındaki her şey ona rahmet-i Rabbaniyeyle teshir ettirilir...
Büyüdükçe, yine ihsan-ı İlâhiyeyle verilen nimetlerle zahirî bir kuvvet kazanır, ama maalesef çoğu zaman buna duyduğu güvenle “İnsan, kendisini ihtiyaçtan uzak görürse azgınlaşıverir” âyetinde işaret buyurulan tuğyan-ı nefs illetine mazhar olur.
Bu büyük marazdan temizlenmesi ve şifa bulması için Rabb-i Rahim; insanlara yaratılışının ne ile yoğrulduğunu, aslî hakikatinin aslında bir hiçten ibaret olduğunu bazı hadisatla yine yeniden hatırlatır. Bu bazen şahsî ölçekte olur, bazen günümüzde olduğu gibi küresel ölçekte.
“Hangi ef’alinizle kazaya, hem kadere şöyle fetva verdiniz ki, kaza-i İlâhî musîbetle hükmetti, sizleri hırpaladı? Hata-i ekseriyet olur sebeb daima musîbet-i âmmeye.”
“Dedim: Beşerin dalâlet-i fikrîsi, Nemrudane inadı, Firavunane gururu şişti şişti zeminde, yetişti semavata. Hem de dokundu hassas sırr-ı hilkate. Semavattan indirdi; Tufan, taun misali... Demek ki şu musîbet, bütün beşer musîbetiydi” (Lemaat)
Zaman; en büyük müfessirdir... 2020 yılı; bu satırları öyle güzel tefsir etti ki. Rahmetin eliyle ikram edilen bütün ihsanları; Karun gibi vehmî malikiyetle, “Bunlar benim ilmimin ve gücümün eseri” diyerek şükre hiç yanaşmayan ve tahripte kullanan, lâyık olmadığı için erişemediği nimetler karşısında da sanki bir hakkı gasb edilmiş gibi isyan eden günümüz insanına verilen ceza; uğruna mukaddesatını dahi feda ettiği fani misafirhanesindeki “saadet-i hayatiyesini bütün bütün kaybetmesi...” oldu.
“Dünya, yaşanılacak bir yer değil, her şey kötüye gidiyor” dediğimiz günleri mumla arar olduk. Cenab-ı Hak burnumuzu nasıl da sürtüverdi, kader-i İlâhî bize dedi ki “her gününüz böyle hatta daha beter korkularla, mahrumiyetlerle dolu olabilirdi. Bütün günah ve hatalarınıza rağmen; size sağlık ve envai çeşit nimetleri sadece rahmetimle veriyordum. Ama haddinizi artık çok aştınız; ihsan edilen güzelliklere gözünüzü kapatıp, hep olmayanların peşine düştünüz, hikmetini bilmediğiniz hadiseler hakkında atıp tuttunuz, gördünüz mü nasıl olurmuş yaşanmayacak dünya-ki belki bu bile iyi günleriniz. Hep peşinden koştuğunuz, ulaşamayınca sızlandığınız dünyalık hevesler, keyifler gündeminizden nasıl da kalkıverdi? Ben mi istedim gelmeyi deyip küfran-ı nimete boğulmuştunuz, peki niye şimdi gideceğim diye ödünüz patlıyor?”
Kadir-i Zülcelâl; insanlık tarihinin gördüğü en cebbar; en zalim şahıslardan Nemrud’u bir sinekle yere serip, Firavun’un sarayını karıncayla harap ettiği misillü; nev’en Firavunlaşarak haddini aşan günümüz insanını; gözle görülüp, elle tutulamayan bir virüsle darmadağın etti.
Cenab-ı Hakk’ın muazzam orduları ve askerleri var. Öyle ki, âyet-i kerimenin işaretiyle yıldızlar ellerinde bir mermi hükmünde. “Değil bizim gibi küçücük âciz mahlûkları, belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydık, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri, şüvazlı nühasları atarak bizi dağıtabilirlerdi. “(15. Söz, Zeyl)
Ama onları kullanmaya ne hacet. Kahhar-ı Zülcelâl’in zalimliği cezalandırmasında adeta bir ters orantı işliyor. Kibir ne kadar büyükse; onun cezası o zalimlerle adeta istihza eder gibi, en küçük, en hakir mahlûk eliyle veriliyor...
Elindeki bilgi, güç ve teknolojiye güvenerek Rabbe isyan bayrağını açanlar; iman ve İslâm nimetinin hakkını veremeyen dindarlar baş sorumlu olmak üzere, yediden yetmişe bütün insanlık hurdebinî mikropla terbiye edildi. Kibir ve gururdan başı semavata vuran insanoğlunun boynu öyle eğildi ki...
Ölümcül boyutlara ulaşabilen bu hastalığa karşı bütün bilgi ve teknoloji birikimiyle âciz kalan günümüz insanı, eceli bir nefes kadar yakınında hissedince, dünyaya gönderilişindeki o büyük âcizliği tekrar hatırlıyor adeta. Ama bu sefer şartlar başka, o andaki gibi safi değiliz, artık zahirî hami ve yardımcılarımızın da hiçbir hükmü yok, “isteyen de âciz, istenen de” (Hac Sûresi, 73.) Müsebbibü’l-Esbab’dan başka melce olmadığını hakkalyakin görüyor ve yaşıyoruz...
“Ben kendime mâlikim” firavunâne anlayışıyla hayatı yaşamanın faturasını çok ağır ödüyoruz, ama sonuna kadar hak ediyoruz. Zira âyet-i kerîmede buyurulduğu gibi “Şüphesiz, Allah hiçbir şekilde insanlara zulmetmez. Ancak insanlar kendi kendilerine zulmetmektedirler.” (Yunus, 44)
Âcizliğimizi iliklerimize kadar hissettiğimiz, hatalarımızla yüzleştiğimiz, elimizdeki nimetler alınınca kadir ve kıymetinin büyüklüğünü idrak ettiğimiz mübarek bir zaman dilimi yaşıyoruz ve insanlık ne yapacağını bilemez durumda; perişan haline çare-i necat arıyor. İsmini bilip, mahiyetini bilmediğimiz virüs; sadece insanları değil; büyük devletleri ve sağlıktan ekonomiye, ekonomiden eğitime uzanan her sektörü öyle bir vurdu ki...
Bütün dünyayı derinden etkileyen ve şu an bizim de en büyük gündemimiz olan bu umumî hastalığın en büyük zararı; aslında bedenlerimize değil psikolojilerimize oldu. İstatistiklere bakarsak ülkemizdeki ölüm oranı çok düşük; yüzde iki, üç oranında seyrediyor, ama tabiat bataklığında boğulmuş doktorların, idarecilerin, medyanın ve küresel çetelerin zehirli üflemeleriyle maneviyatımıza verdiği zarar korkunç boyutlarda; Van Yüzüncü Yıl Ünüversitesi tarafından yapılan bir araştırmada son bir yılda, her üç hatta iki kişide bir kaygı bozukluğunun işaretleri başlamış. Ve kaygı düzeyi arttıkça, hastalığa karşı gösterilen davranışlar da giderek zayıflıyor.
Merhametlilerin en merhametlisi olan Rahmanü’r-Rahim’in umumî musîbetlerde; ne kadar dehşet alsak da aslında celâliyle beraber cemali de yine yeniden zuhur ediyor. Battığı batağın farkında bile olmayan hatta misk ü amber zannedip eline yüzüne süren insanoğlunu önce şiddetle tokatlayıp nasıl bir handikapta olduğunu gösteriyor ve bu korkunç halle yüzleşince ne yapacağını bilemeyip ye’se ve karamsarlığa düşenlerden aklı başında olanlara “Ey günahta aşırı giderek nefislerine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir” ferman-ı celilinin verdiği intibahla huzuruna ve kurbiyetine seyeran ettirmeye bir şevk veriyor.
Beşer yolculuğunun sür’at peyda edip, acz ve zaafın daha da ziyadeleştiği, umumî musîbetlerle ard arda sarsıldığımız ve saadet-i hayatiyeyi bütünüyle kaybettiğimiz asrımızda; bir kuvve-i maneviyeye, teselliye, metanete her zamankinden daha fazla muhtaç durumdayız.
Asrın tabibi, bir doktora yazdığı mektupta; maddeten ve manen hasta olan insanın en büyük ihtiyacını şu şekilde tesbit etmişti: “Me’yus ve ümitsiz bir hastaya manevî bir teselli, bazen bin ilâçtan daha ziyade nafiidir.” Kelimelerin, insanın hayatı üzerinde tesiri o kadar büyük ki. “Covid 19” ya da ölümcül bir hastalığın ismini duydukça korkuyla irkiliyor, “aşı ve ilâç” kelimeleriyle adeta can buluyoruz. Mariz asrın mariz insanı, maddî ve manevî her türlü derdine deva olacak müjdeli haberi; bütün zamanlardan daha fazla bir heyecanla bekliyor. Sanki dünya türkülerde geçen bir mısrayı haykırıyor: “Bir teselli ver.” Ama fanî, sathî, zahirî değil, bâkî, kudsî ve hakikatli teselli istiyor...
“Kur’ân’ın beşere gayet büyük bir neticesi, bir gayesi, bir hediyesi; tesellidir. Evet bu dehşetli kâinatın fırtınaları ve zeval tahribatları ve bu boşluk nihayetsiz fezada her şey ile alâkadar olan insan için teselliyi ve istimdad noktalarını Kur’ân veriyor. En ziyade o teselliye muhtaç bu zamandır ve en ziyade kuvvetli bir surette o teselliyi isbat eden, gösteren Risale-i Nur’dur.” (Sikke-i Tasdiki Gaybî)
“Allah ölüm hariç her derdin dermanını da vermiştir. Ancak bunu bilen bilir, bilmeyen bilmez.” hadis-i şerifinde işaret buyurulduğu gibi; aradığımız teselli ve istimdat noktası çoktan verilmiş, bulmak istediğimizden çok daha ötesi. Sadece “Covid 19”a değil, her türlü bedenî ve psikolojik hastalığa deva, Kur’ân’dan ahz edilen muazzam bir tiryak var. Hakkıyla istimal edilirse bir damlası bile insanı ebedî ihya etmeye yetebilir.
Vaasefa, kimi darı ambarında açlıktan ölmekte, kimi hâlâ O’nun arayışında. Bulanlardan kıymetini bilen çok az, hasretle arayanlar bulduklarında uğruna canını verebilir. O muazzam tiryak; asrın hakikî tefsiri olan Risale-i Nur Külliyatı bahrinde saklanmış bir define...
ASRIN TABİBİNDEN MANEVÎ REÇETE: HASTALAR RİSALESİ
Öyle bir Risale ki; adeta muazzam bir eczahane; her bir devası bin mücerreb ilâç gibi tesirli. Kıymeti o kadar büyük ki; Şafî-i Hakiki ind-i İlâhîdeki ulviyetini göstermek için çok çeşitli ikram ve iltifatlarını hususî olarak göstermiş Hastalar Risalesi’nde...
Diğer telif edilen eserlerin fevkinde süratle kaleme alınmış. Yazılan nüshadaki 114 elif; her biri ayrı bir şifa olan 114 suver-i Kur’âniyeye tam tevafukuyla Kur’ân’ın hususî teveccühüne ve yine telifi esnasında talebelerin Resulullah’ı (asm) rüyalarında sıklıkla görmesiyle de makbuliyet-i Peygamberiye mazhar olmuş. Saff-ı evvel Nur Talebelerine, lâhikalarda şu satırları yazdırtmış:
“Bu enharda öyle azîm şifalar var ki, hastalar içse, her türlü devayı içinde bulurlar. Yaralılar içse, bin türlü yaralarına merhem bulurlar. “
“Yirmi Beşinci Lem’a; maddî ve manevî bütün hastalıklara mükemmel bir devadır...” (Barla Lâhikası-Hulusî)
Bir kaç ay önce, ağır bir imtihana tâbi tutulan bir kardeşimiz; üzerindeki tesirini böyle anlatmıştı: “Hastalar Risalesi daima başucumda... O benim canım, en yakın dostum, en büyük kuvvetim, medar-ı tesellim, sekinet kaynağım, hayatta sahip olduğum en büyük hazinem. Bir hastanın ondan mahrum olmasından daha büyük bir kaybı, ondan daha büyük bir şifası olamaz.”
Eserin müellifi Bediüzzaman Hazretleri bu Risalenin sadece şahsî değil, umumî musîbetlere de tam bir tedavi yaptığını Şuâlar’da şu şekilde ifade etmiş:
“Aziz, sıddık kardeşlerim! Ben bu fecirde herbirinize karşı tam bir acımak hissettim. Birden Hastalar Risalesi hatıra geldi, teselli verdi. Evet, bu musibet dahi içtimaî bir nevi hastalıktır. O risaledeki ekser imanî devalar, bunda da vardırlar. Hususan Erzurum’daki mübarek hastaya söylediğim gibi, bu saatten evvel bütün musîbet zamanının elemi gitmiş; hem sevabı, hem hayrı, hem dünyevî ve uhrevî ve imanî ve Kur’ânî faideleri kalmış.”
“Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, manevî dertlerin dermanı; biri de, maddî dertlerin ilâcı... İşte ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Me’yus olmayınız. Her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun.” (Sözler, s. 287)
Hastalar Risalesi adeta bu paragrafa tam bir ayinelik yaparak, Hz. İsa’ya (as) verilen şifa mu’cizesinin esrarına mazhar olmuş; okuyan herkese yeni bir can, taze bir ümit, bitmeyen bir şevk ve derdine derman aramaya büyük bir gayret veriyor.
Hastalar Risalesi insana imandaki sönmez ve söndürülemez nuru, bitmez, tükenmez bir kuvveti kazandırıyor. Hakikatin devalarını okuyanlarda korku asla hükmedemiyor, panikleten iddiaları duydukça lisan-ı halleri adeta şu âyeti okuyor ve okutuyor: “Onlar ki, bazı kimseler kendilerine: ‘Düşmanlar sizinle savaşmak üzere ordular topladı, onlardan korkun!’ dediklerinde, bu onların imanını bir kat daha arttırdı da: ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir!’ dediler” âyetinin sırrına mazhar olup; menfi gibi görülen tüm hadisata büyük bir kuvve-i maneviyeyle mukabele edip, tahkikî iman bahrine daha bir kuvvetli dalıyor; her şeyin emir tahtında hareket ettiğinin şuuruyla büyük bir sekinet buluyorlar.