Güncel |
Son şahitlerden Abdullah Battal Ağabey |
Abdullah Battal, 1929 yılında Çorum’da doğmuş idi. 1951 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun olan Battal, Risâle-i Nur’u 1947’lerde tanımıştır. 1959 yılında Çorum’un Kargı ilçesinde savcılık görevinde bulunan Battal, Risâle-i Nur eserleri hakkındaki ilk takipsizlik kararını bu sırada verir. Emekli Cumhuriyet Başsavcısı olan Battal, Çorum’da ikamet etmekteydi. Yaklaşık bir aydır Özel Elit Park Hastanesi yoğun bakım ünitesinde gözetim altında tutulan Abdullah Battal Ağabey, önceki gün saat 13.30’da Hakk’ın rahmetine kavuştu. 3 yıl evvel geçirdiği beyin ameliyatının ardından tedavisi süren Abdullah Battal Ağabeyin cenazesi, dün Çorum Ulu Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından Ulu Mezarlık’ta defnedildi. Abdullah Battal ağabey, üç yıl önceki rahatsızlığına kadar, 2007'de Yeni Asya'da kendi imzasıyla pek çok hatıra yazıları da yazmıştı. Şimdi hem rahmet ve duâya vesile olması niyazıyla, hem de tekrar istifade niyetiyle, kendisinin Üstad ve Risâle-i Nur’la tanışmasını, Risâle-i Nur hakkında verdiği takipsizlik kararını anlattığı bir yazısını yeniden neşrediyoruz:
ABDULLAH BATTAL AĞABEYİN YAZISI: Okuyanları küfür, dalâlet ve gaflet karanlıklarından Nur’a çıkaran ve her iki cihanı cennetlere çeviren Risâle-i Nur’u Ankara Hukuk Fakültesinde 1947’li yıllarda okurken Ziya Nur (merhumun) sayesinde tanımak saadetine nâil oldum. Çocuk iken rahmetli babamdan öğrendiğim taklidî imanımı, İstanbul Kabataş Lisesi’ndeki ateist bir felsefe öğretmeninin zehirli telkinâtı etkisiyle kayıp etmiş ve o yüzden çok bedbaht, mutsuz, ruhen çökmüş, perişan bir halde kalmıştım. Bu durumdan kurtulmak için çareler aradım. Okuduğum eserlerin hiçbiri derdime derman, kalbî hastalıklarıma şifâ, derin manevî yaralarıma tiryak olamadı. Helâl haram ayrımı yapmadan her türlü zevk-ü sefâyı yaşamayı hayat zannederek behimî duyguların tesiri altında kalmıştım. Fakülteden arkadaşım merhum Ziya Nur, Risâle-i Nur’dan “Küçük Sözler” isimli taşbasmalı ispirto mürekkebiyle daktiloda yazılmış eseri bana hediye etti. Dikkatlice okudum. Çok büyük feyiz aldım. Kalbim kopkoyu karanlıklardan kurtuldu, güneşin aydınlığından daha parlak bir Nur’a kavuşmanın huzuru, itminanı, sekinesi ile derhal namaza başladım. İlhâm-ı Rabbânî olduğu muhakkak olan bu eser ile tahkikî imana kavuşmuştum. Gaflet döneminde iken terk ettiğim kazaya kalan namazlarımı coşkun bir zevk, lezzet ve huzur, huşû ile kıldım. Beni kurtaran bu eseri Çorum’da bulunduğum sürede, benim eski perişan durumumdaki tanıdıklarıma da vermek ve onların da imanlarının kurtulmasına vesile olmak, İlâhî rızaya nail olmak için can atıyordum. Ancak eski Türk Ceza Kanunu’nda, Müslümanların giyotini olan 163. maddesi yürürlükte olup, Risâle-i Nur’la yakalananlar için 3 seneden 8 seneye kadar ağır hapislere mahkûm olmak ve derhal tutuklanmak gibi bir risk bahis konusu idi. Buna rağmen, Cenâb-ı Hakka tevekkül edip üç arkadaşıma verdim; okumalarını, bir lütf-u İlâhî ile sağladım. Son derece geçim sıkıntısı çeken, pazarlarda manifatura malını seyyar olarak satan arkadaşlarım, aşk-u şevkle Risâle-i Nur’a-aile boyu-sarılmalarının bereket ve kerâmetiyle maddeten de zengin, müreffeh ve şükreden iş adamı oldular. “Risâle-i Nur ile okumak, dinlemek, yazmak sûretiyle meşgul olanın rızkı bereketlenir” buyuran Üstadın müjdesinin tam mânâsıyla mazharı oldular. Risâle-i Nur’u böylece hayırlı bir arkadaşımın irşadı ile tanımanın faziletiyle serfirâz olarak mezun oldum fakülteden.
RİSÂLELER HAKKINDAKİ TAKİPSİZLİK KARARI Çorum-Kargı İlçesinde görev ifa ediyordum. O ilçede Yaşar Keten isimli (merhum) bir memurun ilçenin Merkez Camii’nde sabah namazından sonra Risâle-i Nur’u cemaate okuduğu haber verilince, hakkında soruşturma başlattım. Maksadım onu mahkûm ettirmek, tutuklamak değil, o olay vesilesi ile Nurlar hakkında takipsizlik, yani savcılıkça beraat kararı vermek idi, onu serbest bıraktım. Bu niyetimi gerçekleştirmek için Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan ve ceza hukuku profesörlerinden mütalâa ve raporlar aldım. O lehteki ilmî, hukukî objektif beyanların ışığı altında üç sahifelik gerekçeli takipsizlik, yani beraat kararı verdim. Bu karar merhum Sinan Omur’un sahibi ve naşiri olduğu Hür Adam dergisinde 1. sahifede takdirkâr bir üslûpla haber yapıldı. Kararın, Hz. Üstad ve avukatı merhum Bekir Berk’e sûretleri çoğaltılıp merhum M. Emin Birinci ve M. Fırıncı tarafından gönderildiğini, ibraz edildiği bazı mahkemelerdeki tutuklu Nur Talebelerinin tahliyesine, eserlerin iâdesine ve beraat kararlarına vesile olduğunu öğrendim.
ÜSTAD’LA İLK GÖRÜŞMEM Hz. Üstad’ın Ankara’ya 1959 yılında teşrif buyurduğunu bir telgraf ile öğrenince, Kargılı olup Ankara Hukuk Fakültesi talebesi olan Rıdvan ile kamyonla geceleyin Ankara’ya hareket ettik. Ertesi gün, Beyrut Palas Oteline gittik; orada yatan Hz. Üstad’ı görebilmek iştiyakı ile 20–30 kişilik bir talebe grubu otel önünde bekliyorlardı. Ancak otel, sivil polislerin tarassudu, kordonu altında olup, kimseyi otele yaklaştırmıyorlardı. Biz otele doğru birkaç adım yaklaşmak üzere iken, bir genç merdivenlerden otele çıkıyordu. Görevli polisler ona yönelip engellediler. Otel müşterisi olduğunu ve çantasını almaya geldiğini söyledi ise de, polisler onu da uzaklaştırdılar. Bu karambolden faydalanarak hiçbir engel ile karşılaşmadan otelin 3. katına çıktık. Üstad’ın hizmetinde bulunan ağabeyler, onun Ankara milletvekilleriyle görüştüğünü, onlar çıkınca bizi kabul buyuracağını bildirdiler. Oturup beklerken çok heyecanlandık. 80 senelik bereketli ömrünü iman ve Kur’ân hakikatlerine seve seve feda eden, bu uğurda ve imanlı örnek bir nesil yetiştirme adına her türlü sıkıntıya, meşakkate katlanan, kutlu dâvâsından asla feragat etmeyen; ömrünün 28 senesi hapishanelerde, sürgünde, gözaltında tek kişilik soğuk taş hücrelerde geçirmesine rağmen yılmayan; kâfirlere, zındıklara tabasbus, asla teslim-i silâh etmeyen; İslâm’ın ve yüce ilminin izzetini her olumsuz şartlar altında şerefle koruyan, evlenmek, çoluk-çocuk sahibi olmak gibi meşrû dünya zevklerinden hak dâvâsının zaferi için feragat eden fedakâr ve cefakâr büyük bir insanın saadet ve şerefine ve ayrıcalığına nâil olacaktık. Onun heyecanı ile dizlerimiz titriyordu. Huzura, hamden lillah, kabul edildik.
“BİN SAVCI KADAR ASAYİŞE HİZMET EDİYORUZ” Hz. Üstad çok mütevazî bir dekor içinde eski, madenî bir karyolada uzanmış idi. Merhum Zübeyir Ağabey ve Sungur Ağabey, Üstad’ın karşısında kemal-i hürmet ve tazim ile el pençe divan duruyorlardı. Rıdvan ile birlikte karyolaya bitişik şekilde yaklaştırılmış sandalyelere oturduk. Mübarek elini öptük. Pek zayıflamış ve ruhaniyet-i tâmme kesb etmiş, adeta şeffaflaşmış idi. Ancak gözlerinde o kadar keskin bir cevvaliyet, canlılık, derinlik vardı ki, son derece etkilendik. O mübarek gözler ile uhrevî âlemden projektörler gibi ışık aksettiriyor idi. Nazarları, ruhumuza işliyordu. Bizden nereli olduğumuzu ve vazifemizi sordu. Sesi çok kısık idi. Konuşmaya başladıktan sonra “Cenâb-ı Hakk’ın inayeti ile sesim açıldı” buyurdu. Bendeniz, savcı olduğumu arz ettikten sonra; Üstad: “Ben de Risâle-i Nurlarla müdde-i umumi (savcı) gibi hizmet ediyorum. Bu eserlerin okunması sayesinde imanını kurtaranlar, toplumda emniyet ve huzurun, asayişin fahrî bekçileri olurlar. Bu sayede herkes canından, malından, ırzından emin ve mahfuz olur. “Risâle-i Nurlar, savcıların vazifelerini en tesirli kılıcı, istikrarlı bir şekilde, kâmil mânâda ifa eder. “Siz savcılar, emniyet müdürleri ve polislerle bu memleketin huzur ve asayişine hizmet ediyorsunuz. Ben bin savcı, bin emniyet müdürü kadar huzur ve asayişe hizmet ediyorum. “Savcılar Hukukullah için çalışırlar. Onlar, açtıkları dâvâlarla Nurların cemiyette tanınıp, tetkikine vesile oldular. Bu sebeple ehl-i iman olan hepsine haklarımı helâl ediyorum” buyurdu. Ben kendisine “Av. Bekir Berk ile birlikte avukatlık yapmak üzere savcılıktan ayrılmam teklif ediliyor. Ne buyurursunuz efendim?” diye sormam üzerine, “Hayır hayır, savcılıktan ayrılma, görevinde kal” buyurdu. (...)
“SENİ KARDEŞLİĞİME KABUL ETMİŞİM” Üstadla görüşmek isteyenler, sıra bekleyenler çok olduğundan, istemeyerek kudsî huzurundan ayrılırken, Hz. Üstad bana hitaben, “Seni kardeşliğime kabul etmiş ve duâlarıma dahil etmişim” buyurdu. Minnet ve şükranlarımızı sunarak odadan dışarı çıktık. Ancak cazibesi sebebiyle o kapıdan bir türlü ayrılamıyorduk. Yarım saatten fazla bir süre geçtikten sonra Üstadın, muhterem Said Özdemir Ağabey ve Tosyalı Hulusi Ok’un kollarına dayanmış olarak çıktığını gördük. Üstadla kapı eşiğinde göz göze gelince—çok sayıda zevâtla bu arada görüşmesine rağmen—ben acizi unutmamış. Bana “Sikke-i Tasdik-i Gaybî eserleri, polislerce zabt edilip Ankara Savcılığına teslim edilmiş. O eserlerin iadesi, kurtulması için o savcılığa dilekçe yazıp ver” buyurdu. “Baş üstüne Üstadım” dedim. Bir yazı makinesi ile uzun, gerekçeli bir dilekçe yazıp Ankara Savcılığına ibraz ettim. Duruşma sonunda mahkeme, okuyan Nur Talebelerinin beraatına ve o eserlerin iadesine karar verdi. Büyük Tarihçe-i Hayat’taki resim, bu görüşmeden birkaç dakika sonra Üstad, Beyrut Palas otel merdivenlerinden inerken, Prof. Dr. İbrahim Canan tarafından çekilmiştir. O resmin arka planındaki siyah fotürlü kişinin, Ankara Emniyet Müdürlüğü Siyasî Şubesi ajanı olduğu bildirildi. Bu, o zamandaki yöneticilerin dostlarını düşmanlarından ayırt edebilme idrak ve ferasetinden mahrum olduklarını ve bindikleri sapa sağlam dalları hoyratça kestiklerini göstermesi bakımından da bir ibret levhasıdır. Mübarek atalarımız ne güzel söylemiş: “Hak belâ vermez kul azmayınca, / Kul belâ görmez Hak yazmayınca.” Resûl-i Ekrem, Nebiyy-i muhterem, Avrupalı bir fikir adamına mal edilen şu hikmetli sözü, o adamdan 13 asır evvel şöyle buyurmuş: “Bulunduğunuz hâl üzere idare olunursunuz” (Her millet lâyık olduğu hükümetle idare olunur.) (Bu yazı, 7-8 Mayıs 2007 tarihli Yeni Asya’da yayınlanmıştır) |
13.10.2010 |