Dizi Yazı |
|
Artık Kemalizmle yüzleşmeliyiz |
Ergenekon soruşturması sürecinde, efkârı amme hızla gelişen günlük hadiseleri biraz da şaşkınlık içerisinde medyadan ancak takip edebilirken, yaşananların mâhiyeti ile ilgili olarak derinlemesine düşünme ve bilgilenme imkânını pek bulamadı. VESÂYETÇİ ZİHNİYET VE KEMALİZM Ergenekon soruşturması sürecinde, efkârı amme hızla gelişen günlük hadiseleri biraz da şaşkınlık içerisinde medyadan ancak takip edebilirken, yaşananların mâhiyeti ile ilgili olarak derinlemesine düşünme ve bilgilenme imkânını pek bulamadı. Köşe yazarları da genelde mutaassıbane bir tarafgirlik içerisinde kalem oynatmayı tercih edince de, ‘Ergenekoncu’ zihniyetin üssülesası ve ruhu ile ilgili olarak kâfi miktarda müzakere ve tahlil yapma imkânı da kalmadı. Bununla birlikte bazı köşe yazarları, bilhassa akademisyen olanlar, içine düşülen fasit dairenin zaman zaman dışına çıkarak muhtevaca daha zengin ve istifadeye medâr bazı tahliller de yaptılar. Aslında geçmişten günümüze yapılan bütün tartışmalarda, katsayıdan demokratik açılıma, ırkçılıktan mezhepçiliğe, başörtüsünden Ergenekon soruşturmalarına varıncaya kadar hepsinde nihaî olarak karşımıza ‘Kurucu İdeoloji’ ya da bir başka ifadeyle ‘Kemalizm’ çıkmaktadır. Ve genellikle de, yüzleşmek yerine yanından dolaşmak tercih edilmektedir. Maksadımız ‘Kemalizm’ üzerine kapsamlı bir tahlil yapmak olmayıp sadece, Kemalizm ile Ergenekon iddianamelerinde yer alan darbe teşebbüsleri ve bu uğurda göze alınan dehşetli plânları düşünebilen zihniyet arasındaki ilişkiye dikkat çekmektir. Bunun için de, yine çalışmamızın genelinde olduğu gibi sadece medyadaki bazı değerlendirmelerle iktifa edeceğiz.
Kemalizm-kurucu ideoloji Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, Ergenekon Dâvâsı esnasında yaşananlarla ilgili olarak şöyle yazmıştı: “Bu komitacı örgütün karma yapısı militarist zihniyet ve ideolojinin sivil kesimde de epeyce taraftarı olduğunu gösteriyor. Peki, böyle bir sivil-asker ittifakını oluşturan temel dinamik nedir?... Bu aslında, geleneksel hikmet-i hükümet düşüncesinin Atatürkçülük veya Kemalizm’le harmanlanmasından meydana gelen, ama medeni-demokratik bir toplumun gerekleriyle asla bağdaşmayan bir ideolojidir.” (Star-10.07.2008) M. Erdoğan’ın temas ettiği bu ideolojinin ve zihniyetin farklı bir vechesini, Prof. Dr Levent Köker de bir makalesinde özetle şu şekilde ortaya koydu: Kemalizm'in nihâî olarak demokrasiyi hedeflediğini iddia eden ve yirmi yedi yıllık Kemalist tek-parti dönemini de bu hedefe ulaşmak için geçici bir hazırlık safhası olarak görenler yanılmışlardır. 1960, 1971, 1980, 1997 ve 2007 tarihlerinde meydana gelen olaylarda açığa çıktığı gibi, Cumhuriyet'in kuruluşundan itibaren iktidarı elinde tutan askerî ve sivil bürokratik iktidar sahipleri, Kemalist tek-parti ideolojisini Cumhuriyet'in ‘Kurucu Felsefesi’ diye süslü bir ad altında, demokratik talepleri engellemenin meşrû aracı olarak kullanmıştır. (Zaman-06.11.2009) Aynı şekilde Nuray Mert de muhtelif vesilelerle kaleme aldığı makalelerinde; “asıl meselenin kurucu ideoloji olduğunu, rejime ilişkin temel sorunlarla yüzleşmeden demokratikleşmeye imkân olmadığını” ifade etmişti. “Ancak rejimin sorunları ile yüzleşmenin yolu bu olmamalıydı” diyerek de, yapılan tartışmalardaki “ daha fazla gerilim, çatışma ve siyasal sistemin tümüyle işlemez hale” gelmesini netice veren “ karşılıklı dayatmalar” a da karşı çıkmıştı. (Radikal-30.11.2009 ve Hürriyet-22.02.2010)
Dersim ve Mustafa Kemal Kasım 2009 tarihinde, TBMM Genel Kurulu’nda ‘Demokratik Açılım’la ilgili olarak CHP adına konuşan genel başkan yardımcısı Onur Öymen; “Maalesef bu ülkenin anaları çok ağladı… Kurtuluş Savaşı'nda, Şeyh Sait isyanında, Dersim isyanında, Kıbrıs'ta analar ağlamadı mı? Kimse 'analar ağlamasın, mücadeleyi durduralım' dedi mi?” şeklinde bir konuşma yapınca, ‘Dersim’ üzerinden tekrar ‘Kemalizm’e gelindi ve şiddetli tartışmalar başladı. Öymen yapılan sert tenkitler üzerine; “Atatürk'ün yaptıklarına sahip çıkmak parti suçu değildir... CHP'nin iktidarda olduğu bir dönemde Atatürk'ün kararını aldığı, Celal Bayar'ın uyguladığı bir olaya sahip çıktım” diyerek, açıklamalarının bir sürçülisan olmadığını ortaya koydu. Bu, şahsî bir görüşten ziyâde, Ergenekon Dâvâsını da daha anlaşılabilir hale getiren bir anlayışı ifade ediyordu.
'Ama Hangi Atatürk' ‘Ama Hangi Atatürk’ adındaki kitabı oldukça alâka gören Taha Akyol, ‘Dersim’ tartışmaları üzerine Neşe Düzel'le yaptığı ve üç gün süren röportajında, konumuza tarihî bir perspektif içerisinde ışık tutan özetle şu açıklamaları yaptı: Sorunların çözümünde daha çok askerî metotlara alışkın olan Mustafa Kemal, radikal bir devlet adamı olup Jakobenizmi tercih etmiştir. Karabekir’in “Millî Mücadele’yle istiklâlimizi kazandık, ama tek partiyle hürriyetimizi kaybettik” demesi bu hususa işaret etmektedir. “Halkı kendi haline bırakırsak bir hatve ileri gidemeyiz” diyen M. Kemal, mecbur kaldığı için değil, öyle inandığı için tek partili bir rejim kurmuştur. Baştan beri emsallerine göre din anlayışı daha mesafeli olan M. Kemal, dini siyaseten kullanmayı çok iyi başarmıştır. Meselâ, Millî Mücadele sırasında “Bizim kanun-i esâsimiz Kur’ân-ı Kerim’dir” demesine mukabil, Millî Mücadele’den sonra ise; “Biz gökten indiği zannedilen kitaplara göre değil, hayatın gerçeklerine göre politika yapıyoruz” diyerek laiklik yolunda ilerlemiştir. Onun için laiklik, demokrasiden önce gelir. Kemalistlerin “Laiklik elden gidiyor” endişeleri bu düşünceden beslenmektedir. Partisinin ideolojisini Kemalizm olarak benimseyen M. Kemal, kendi sağlığında bu ideolojinin geliştirilmesini temin etti. Bu suretle tek partili cumhuriyet eleştirisiz bir cumhuriyet oldu. Kemalizm’in bütün tariflerinde şu üç unsur mutlaka vardır. Bunlar; pozitivizm, milliyetçilik ve otoriterliktir. Bu, geleneklere ve dinî duygulara önem vermeyen laik bir milliyetçiliktir. (Taraf-16, 17, 18 Kasım -2009)
Kemalizm ve Demokrasi Aynı günlerde diğer bir akademisyen-yazar Hasan Bülent Kahraman da, Kemalizm'in modernleşme, ideoloji ve demokrasiyle ilgili problemlerini ortaya koyan üç makale yazdı. Bu makalelerinde şu değerlendirmeleri yaptı: Dayatmacı bir yapı kuran Kemalizm, topluma ve onun tecrübesine inanmaz. Toplumun kendi kendisine dönüşebileceğini kabul etmez. Dönüşüm ancak Kemalist aydınlar, ordu ve bürokratların öncülüğünde olacaktır. Kemalizmin 1930'larda karşısına çıkan totaliter/faşizan rejimlerden doğrudan doğruya etkilendiği kesindir. Kemalizm, 1950'den sonra Türkiye'de patlayan askerî darbelerin ve o eksende gelişen siyasal yapının bir meşrûiyet unsuru haline gelmiştir. Bugün tasarlanmış ve hiç değişmemesi istenen bir devlet düzenini ayakta tutmanın aracı olarak kurgulanan bir doktrindir Kemalizm. Böyle bir Kemalizm’in temel sıkıntısı demokrasiyle olacaktır. (Sabah-9, 11, 13 Kasım-2009)
Darbe Günlüklerinde Kemalizm Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'e ait ‘Darbe Günlükleri’ndeki 30 Ağustos 2004 tarihli şu not, oldukça dikkat çekicidir: “Yapımızda ve anlayışımızda düzeltmemiz gereken çok konu var. En başta Atatürk’ü bir idol haline getirmişiz… Bu böyle devam edemez. Bir taraftan İslâmiyet’in günün şartlarını karşılamadığını ve reform geçirmesi gerektiğinden bahsederken, sanki Atatürkçülük ilelebet yaşayacakmış gibi davranıp ilkelerini tartışmaya dahi açmıyoruz. Tabiî o zaman bu ilkeler bir yol gösterici olmaktan öteye, dogma haline geliyor.” Adı darbe teşebbüslerine karışan ve bu sebeple yargılanan bir emekli kuvvet komutanına ait olduğu iddia edilen böyle bir kanaat, bir türlü yüzleşilemeyen ve açıkça ifade edilemeyen Kemalizm konusunun, zihinlerdeki hâli için çarpıcı bir örnektir.
M. Kemal mi? İnönü mü? Son dönemde, Erdoğan’ın İnönü’yü Hitler’e benzetmesi üzerine yapılan tartışmalar konumuzun tartışmalı bir başka vechesini gündeme taşıdı. Tek parti döneminin baskıcı icraatlarını müdafaa etme imkânı bulamayan kimi çevreler, M. Kemal’i tebrie etmek maksadıyla M. Kemal ve İnönü dönemlerinin farklı olduğunu iddia etmektedirler. Onlara göre savunulması mümkün olmayan icraatların ve bilhassa din üzerindeki baskıların esas sorumlusu İnönüdür. Tarihçi Cemil Koçak bu konuda farklı düşünmektedir. Ona göre, “Millî Şef'lik dönemi tabiî ki bir diktatörlüktür. Ama diktatörlük Millî Şef'le başlamamıştır. Tek partili dönemin bütün faturasını İnönü'ye çıkarmak haksızlık olur. Eğer tek parti rejiminin diktatörlüğü kritik edilecek olursa bunu 1925'ten 1945'e kadar olan dönemde her siyasetçiye aynı oranda ağırlık vererek yapmak lâzımdır... Atatürk döneminde ne varsa İnönü zamanında aynen devam ediyor… Rejimde en küçük bir farklılaşma ve değişme olmamıştır. Asıl şef Atatürk'tür. İnönü sadece şefliği devam ettirdi... İnönü döneminde laiklikle ilgili olarak yeni bir şey yapılmamıştır.” Cemil Koçak M. Kemal ile İnönü’yü farklı gösterme gayretlerinin sebebi olarak da, ‘Atatürk’ü Koruma Kanunu’ ile günümüzde rejimin resmî ideolojisinin ‘Atatürkçülük’ olmasını göstermektedir. (Zaman-09.05.2010) Her zeminde kaçınılmaz olarak karşılaşılan ‘Kemalizm’ konusunu sağlıklı bir şekilde vuzuha kavuşturmadan, çılgınca gibi gözüken darbe teşebbüslerini anlamak pek mümkün olmayacaktır. Aynı şekilde, ‘Demokratik Açılım’ türünden temel meselelerimizin halledilmesi ya da yeni bir Anayasa üzerinde mutabakat temin edilmesi zor görünmektedir. Bu konu; başörtüsü hürriyetini ‘Latife Hanımın Çarşaflı Resmiyle’ müdafaa etmek ya da ‘Laisizim’ suretindeki bir tahakkümü, ‘Balıkesir Hutbesi’yle Mustafa Kemal'i dindar göstererek aşmaya çalışmak gibi garip ve mânâsız tavırlarla halledilemez. Aynı şekilde, ‘Yaşasaydı Demokrasi getirecekti’, ‘Hasta Olmasaydı Dersim'e Mâni Olacaktı’ gibi gayrı ciddî izahlarla da sürdürülemez. Bu tarz karşılıklı takıyyeler, muhataplarını ikna etmekten uzak ve meselenin hallini tehir eden samimiyetsiz davranışlardan başka bir şey değildir.
ORHAN DİNDAR
YARIN: ERGENEKON VE İTTİHATÇILIK
Bediüzzaman ve Mustafa Kemal
HayatI boyunca maruz kaldığı zulüm ve baskıların esas sebebini, “Mustafa Kemâl’e îtirâzımdır ve ona dost olmadığımdır” diyerek ortaya koyan Bediüzzaman, başka sebeplerin “bahâne” olduğunu söylemiştir. Zaferlerin ve müsbet icraatların şerefinin orduya ve millete verilmesini, kusurların ve menfi icraatların ise başa ve reise verilmesinin iktiza ettiğini söyleyen Bediüzzaman; “Kahraman ordunun ve bilfiil asker ve asker başında çalışan cesur zâbitlerin zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemâl’e verilmez; belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir” diyerek, kendisini Mustafa Kemal’i sevmemekle itham edenleri, “kahraman orduyu sevmemekle ve şereflerini kırmakla” itham etmiştir. Bütün bir milletin ve ordunun birlikte vücuda getirdiği müsbet eserlerin bir kişiye verilerek o kişinin adeta takdis edilmesini millete ihânet olduğunu ifade etmiştir. (Emirdağ Lâhikası, sh: 247) Bütün hâdiselere ve şahıslara dâima İslâmiyet nokta-i nazarından bakan ve değerlendiren Bediüzzaman’ın, Mustafa Kemâl’e olan îtirâzı da şahsî bir mesele değildir. Muhâlefetinin temel sebebini şu ifadelerinde bulmak mümkündür: “Bin üç yüz otuz sekizde (1922) Ankara’ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i îmânın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm… Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu.” (Lem’alar, sh: 239) Aynı tarihlerde (1923’ün ilk aylarında) Ankara’da mebuslara ve devlet erkânına hitâben bir beyannâme neşrederek; “Şark’ı ayağa kaldıracak din ve kalbdir. Akıl ve felsefe değil. Madem Şark’ı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz… Lâubâliyâne, Avrupa medeniyet-i habîsesinden süzülen bir cereyân-ı bid’atkârâne sinesinde yer tutamaz. Âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâbvarî bir iş görmek, İslâmiyet’in desâtirine inkıyâd ile olabilir, başka olamaz” şeklinde düşüncelerini belirtmiş ve bunun üzerine Mustafa Kemal ile aralarında münakâşa cereyan etmiştir. (Tarihçe-i Hayat, sh: 125) Mustafa Kemal’in dâveti üzerine geldiği Ankara’da kendisine yapılan; Şeyh Ahmed Sinusi yerine üç yüz lira maaşla Şark Vilâyetleri Umum Vaizliği, meb’usluk ve Diyânet Riyâseti’nde makam tekliflerini bu sebeplerden dolayı reddederek Ankara’dan ayrılmıştır. Özellikle 1925 tarihinden sonra, Kemalizm’in ferdî, içtimâi, siyâsî ve kültürel bütün hayat alanlarını kuşatacak bir tarzda tatbikata konulmasıyla ortaya çıkan yirmi yedi yıllık Tek Parti devresini Bediüzzaman; “İstibdâd-ı mutlaka ‘Cumhuriyet’ namı vermek, irtidâd-ı mutlakı rejim altına almak, sefâhet-i mutlaka ‘medeniyet’ ismi vermek, cebr-i keyfî-i küfrîye ‘kanun’ ismini takmak” şeklinde tarif etmiştir. (Şuâlar, sh: 257) Bu tavrını ve çizgisini hayatı boyunca muhafaza eden Bediüzzaman, 1947 senesinde eski dâhiliye vekili, o zaman CHP kâtib-i umûmisi olan Hilmi Uran’a yazdığı mektubda özetle; “şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usûlleri muhâfaza ederek ve üç dört şahsın inkılâb namında yaptıkları icraatı esas tutarak, millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücud bulan haseneleri o üç dört adama vermek yerine, şimdiye kadar gelen inkılâb kusurlarını üç dört adamlara verip, yapılan tahribatları tamire çalışmalarını” tavsiye etmiştir. (Emirdağ Lâhikası-I, sh: 190) Bu tavsiyelerin Türkiye’nin gerçeklerine ne kadar mutabık ve ne kadar elzem olduğunun küçük bir emâresi, Deniz Baykal’ın bu seneki ‘Kutlu Doğum Haftası’ vesilesiyle yaptığı konuşmasının, bütün kesimler üzerinde meydana getirdiği dalgalanmalarda ve yapılan değerlendirmelerde görülmüştür. |
21.07.2010 |