Anayasal sistemlerde bulunması öngörülen kurumlar, hakimiyetin kayıtsız şartsız millet tarafından kullanılmasının kolaylaştırılmasının yanında, zorlaştırabilir de.
Anayasa Mahkemesi anayasal sistemlerde illa bulunması gereken bir kurum değil. Bu kurum 1924 Anayasası—Teşkilat-ı Esasiye Kanunu— gereğince, anayasal sistemde yer almamıştır. Tabiî bu durumun önemli bir sebebi, o tarihlerde Anayasa Mahkemelerinin Avrupa’da henüz yeni bir olgu olmasıdır. İlk Anayasa Mahkemesi 1920’de Avusturya'da, ikincisi 1948'de İtalya'da ve üçüncüsü 1949'da Almanya'da kurulmuştur.
Anayasa Mahkemesinin tartışmalara konu olduğu bu günlerde, mahkemenin kaldırılması veya yetkilerinin sınırlandırılması tartışmaları çeşitli kesimler tarafından dile getiriliyor. Insan Hak ve Hürriyetlerinin önünü açma düşüncesiyle yapılan bu tartışmalarda, sorgulanması gereken bazı yönler var.
Tartışma yapanların çoğunluğu, resmi ideolojiye bir şekilde dayanma tasavvuru ile karşımıza çıkıyor. Hak ve özgürlükleri sınırlama eğilimi bu ideolojinin temel taşlarından sayılan ‘laiklik’ ilkesine dayandırılıyor. Bu noktada ortaya çıkan insan hakkı ihlâlleri, Anayasa Mahkemesini, kararları sonucunda tartışmaların odağına oturtuyor. Ve bunun devamında da mahkemenin kaldırılması veya yetkilerinin sınırlandırılması düşüncesi gündeme getiriliyor. Fakat ‘hürriyetçi’ kesiminde, o ideolojiye atıf yapılarak bunu sağlamaya çalışmak, bir ironi gibi karşımıza çıkıyor.
Kişiler üzerinden çözüm arayışları, başörtüsü tartışmalarının alevlendiği zamanlarda da karşımıza çıkıyor. Başörtüsünün “kamusal alanda” serbest olmasını savunmak adına, Latife Hanım'ın durumu örnek olarak gösteriliyor.
Bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor, “Cumhuriyet Halk Partisinin Altı Umdesi (cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik, devletçilik, laiklik ve inkılâpçılık) ‘tek parti devri’nde Anayasa’ya eklendi. Bir partinin umdelerinin Anayasaya eklenmesini, Anayasaya uygunluk açısından nasıl açıklayacağız?
Sonuç olarak; Anayasa Mahkemesi olsa da olmasa da, ortak aklı rencide eden kararlar ve uygulamalar olabilir. Vicdanları sızlatan uygulamaların olduğu dönemlerde de, hatasız farz ettiğimiz kişiler yönetici olabilir.
Bu sorgulamalarla ulaşmaya çalıştığım nokta, özellikle insan hakları ile ilgili meselelerde, kişiler veya kurumlara göre pozisyon belirlemenin bir anlamının olmadığıdır. Zihniyet değişimi dediğimizde tam bu noktada gerçekleşmelidir. Hem, dünyanın ilerlediği yön de bu yöndür.
Başa dönersek; anayasal işleyişi kolaylaştıran -rahatlatan- kurumun veya kişinin varlığı veya yokluğu değil, taşıdığı zihniyettir.
|