Cumartesi günkü Zaman gazetesinde; ‘İstanbul, kültür başkentliği için Dubai modelini örnek alıyor’ başlıklı bir haber okudum, kalbim sıkıştı. Toplu Konut İdaresi (TOKİ) ‘2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti olacak İstanbul’a Türkiye’nin en kapsamlı kültür, eğlence ve doğa parkını inşa’ edecekmiş. Haber bunu muştuluyor. Bu tür merkezleri bilirisiniz, dev akvaryum, fok gösterilerinden, kış sporları merkezi denilen kapalı alanda kayak pistine kadar her türlü garabet, bir bir sayıp dökülmüş. Hadi, bu tür gariplikler, postmodern fani dünyanın vazgeçilmez veya kaçınılmaz ürünleri diyelim. Bunları İstanbul’un kültür başkentliğine vitrin diye sunmak iyice vahim bir durum.
Ayrıca bu haber bana Başbakan Erdoğan’ın müjdelediği bir çalışma vardı, onu hatırlattı. Hatırlar mısınız bilmem, yıllar geçti üstünden, geçen yerel seçim sürecinde yani dört buçuk sene önce, Erdoğan, İstanbul Büyükeşhir Belediye Başkanı adayı adına, seçim çalışmaları yaptığı sırada, “Dubai nasıl yelken oteli ile anılıyorsa İstanbul için de öyle bir sembol yapacağız” demiş, yine ortalık karışmıştı. Tüm okumuş yazmış kesim, bu gaf üzerine demeçler vermişti.
Bu yeni merkez çalışması, o sözü edilen sembol girişiminin devamı mı bilemiyorum, ama kültür başkenti çalışması olarak takdim edildiğine göre anlayış aynı anlayış. Dubai modelini makul ve makbul gören, muasır medeniyeti bu modelde arayan bir anlayış. Dubai’yi gördünüz mü veya ilgilendiniz mi bilmiyorum, ama kültür ve Dubai kelimelerini yan yana getirmek pek mümkün değil. Yüksek kültürden de, bahsetmiyorum, Dubai ve benzeri tasarımlar, aslında sıradan yaşam alanı olarak da ‘kültür’ün inkârı üzerine kurulmuş yerler. Geçmişi, yerlisi, kahvehanesi, eski sokağı ve de hiçbir hikâyesi olmayan, bunları reddeden yerler.
Bu arada, o dönemde, yani Erdoğan, Dubai yelken otel çıkışını yaptığı sırada, CHP’nin İstanbul Belediye Başkanı adayı olan Sefa Sirmen’in, İstanbul için ufkunu yansıtan açıklamasını hatırlatmamak, haksızlık olur. O da, ‘Hayalim İstanbul’u Paris yapmak’ (Milliyet, 7 Mart 2004) diye bir bomba patlatmış, ama onun gafı üzerine pek gidilmemişti.
İstanbul’a ilişkin bu iki tahayyül, aslında Türkiye’de iki karşı cepheyi oluşturan bellibaşlı iki tarz-ı siyasetin ufkunu anlamak açısından son derece önemli. CHP’nin temsil ettiği siyaset, Tanzimat’dan bu yana, her şeyi Batılılaşma çevresinde kodlayan siyasi geleneğin devamı. Ancak, bu siyasetin temsilcisi olan belediye başkanının Batı hayalinde Paris’in yerini New York’un almamış olması da, bu siyasetin kendini pek yenileyememiş olmasının iyi bir göstergesi gibi duruyor. Diğer taraftan, muhafazakârlar, gerçekten iddia ettikleri kadar ‘değişimci’. Muasır medeniyet seviyesinin, Müslüman dünya için örnek olarak sunduğu Dubai’yi model olarak benimsemekte gecikmiyorlar.
Dubai modeli, mikro ölçekte de olsa, kapitalizmle, teknoloji ile ve siyasal olarak, dünyada mevcut iktidar kurgusuyla barışık bir Müslüman ülke modeli. Söz konusu olan, modern finans dünyasına uyum konusunda hiçbir tereddüdü olmayan, bir yanda yaşanan muazzam lükse karşın köle koşullarında çalışan işçi gettolarının vicdanı sızlatmadığı, İslami hassasiyeti, özel hayatın ve özellikle kadına ilişkin muhafazakârlıkla tanımlayan postmodern bir Müslüman ülke modeli. Tabii, Türkiye’yi Dubai gibi küçük ölçekli ve Körfez geleneğinden gelen bir yerle kıyaslamak çok sağlıklı değil.
Ama bu örnek ve zaman zaman ona yapılan göndermeler, büsbütün göz ardı edilecek gibi de değil. Yok, bir ara ortalığı kasıp kavuran ‘Türkiye Malezya olur mu?’ tartışmasının yerine, bu kez ‘Türkiye Dubai olur mu?’ veya ‘Pusulayı Dubai’ye mi, Paris’e mi çevirelim?’ tartışması açmak istemem. Sadece genel tabloya bir not düşmek istedim.
Radikal, 23.9.2008
|