Geçen hafta AB süreci açısından parlak geçmedi. Siyasi kriterlere uyum konusunda ne kadar sorunlu olduğumuzu gösteren iki olumsuzluk yaşadık ardı ardına.
Bunlardan ilki aslında sürpriz değildi. Yeni Genelkurmay Başkanı’nın iki günlük medyayla ‘iletişim’ toplantıları, kronik ‘askerin sivil otorite tarafından kontrolü’ sorunumuzun yerinde sayacağını bir kere daha gösterdi.
Aslında Orgeneral Başbuğ’un toplantılardaki açıklamaları pek çok medya mensubunun ‘askerin üslup değişikliğine gittiği’, ‘yeni bir bakış açısının geldiği’ yorumlarına yol açmadı değil. Başbuğ’un TSK’yı asıl işlevine döndürüp siyasetin dışında tutacağını ileri süren de oldu, ‘laiklik kadar demokrasi ve hukuk devletine önem veren bir Başkan’ olacağını da.
Yalnız Başbuğ’un –görevini devralma konuşmasında da yer almış olan- bazı ifadelerine yakından bakıldığında, ‘şekilde’ bazı açılımlar söz konusu olsa da ‘esasta’ herhangi bir değişikliğin olmadığı görülüyor. Evet, askerin medya ile hızlı ve saydam bir iletişim içine girmesi, askerin kamuoyunda yıpranmakta olan imajını yenilemeye yarayabilir. Ama bunun çarpık ordu-siyaset ilişkisi sorununun çözümüyle ilgisi yok. Asıl endişe verici olanı, yeni Genelkurmay Başkanı’nın, ‘kimse TSK üzerinden siyaset yapmasın’ diyerek TSK’nın siyasete zorla çekildiğini ima etmesi.
Başbuğ sorunun esasını ya bilmezlikten geliyor veya bilerek saptırıyor.
Sorunun esası Türkiye’deki rejimin çerçevesini siyasi aktörlerin değil TSK’nın tanımlaması. Başbuğ tam da bu çizgiyi sürdürüyor. Son AB İlerleme Raporu’ndaki ifadeyle ‘sorumluluk alanı dışındaki konularda pozisyon alıyor’. Siyasetin özü olan üniter devlet, ulus devlet kavramlarının nasıl yorumlanacağında son söz sahibinin ordu olduğunu vurguluyor. Bu kavramlarla ilgili örneğin Kürt sorunu, yerel yönetimlerin yetkileri gibi alanlarda TSK’nın çizdiği çizgilerin dışına çıkılamayacağını ihtar ediyor.
Başbuğ yine siyasetin odağındaki laiklik konusunda daha da açık ifadeler kullanıyor. “TSK 28 Şubat düşüncesinin, nedenlerinin arkasındadır. Bunda bir tereddüt yok” diyor. Dahası “çünkü o düşünce ve nedenler bugün değişmedi, yarın da değişmeyecek” diye ekliyor. Dogmatik bir düşünce yapısını yansıtması bir yana, bu beyan, ‘o zamanki şartlar doğarsa müdahalede bulunuruz’dan başka anlam taşımıyor. Üstelik sözkonusu ‘şartların’ tanımlanması ve teşhisinin yine TSK’ya ait olduğunu da ima ediyor. Nihayet, Başbuğ’un Kıbrıs sorunundan esas itibariyle bir güvenlik konusu olarak bahsetmesi, bu konuda da nihai karar merciinin TSK olduğu hakkındaki şüpheleri destekleyici mahiyette.
Orgeneral Başbuğ’un, bir yandan AB’ye tam üyeliğin önemli olduğunu söylerken, aynı zamanda AB’den Türkiye’den üniter ve ulus-devlet yapısını zayıflatacak taleplerde bulunmamasını istemesindeki çelişki de önemli. Bu ifade AB’nin ulus devletin yetkilerini sınırlayan egemenlik paylaşımı esasına dayandığını gözardı ediyor. Ya da AB üyeliğine bilinçli bir rezerv koyma anlamına geliyor.
Sonuçta, Başbuğ’un ortaya koyduğu görüşler rejim üzerindeki askerî vesayetin hafifleyeceği hususunda hiç de umut vermiyor. Hatta yeni Genelkurmay Başkanı’nın, Habermas atıfları, ‘bana Paşa demeyin’ ifadeleriyle desteklediği ‘yeni’ TSK görüntüsünün vesayet sistemine ‘insani’ yüz vererek daha da fazla meşruiyet kazandırması, sistemi ‘normalleştirmesi’ bahis konusu. Nitekim birçok medya mensubunun alkışları sanki buna işaret ediyor. Öte yandan, medya ile ‘iletişim yoğunlaşmasının’ TSK’nın siyaset üzerindeki ağırlığını daha sık hissettirmesinin yolunu açması riski de yok değil. (...)
Bizi AB ile fasılların müzakeresi değil asıl siyasi kriterler fena halde zorlayacak. Bir yandan vesayetçi güçlerin baskısının diğer yandan başta iktidar partisi olmak üzere siyasi aktörlerin demokrasiyi özümsemekte güçlük çekmesinin AB yolundaki asıl engel olduğu giderek ortaya çıkıyor.
Bu arada demokratların yeni sivil anayasa umudu kırılmaya devam ediyor.
Taraf, 23.9.2008
|