‘Küresel düşünüp, ulusal hareket edelim’ demişti Genelkurmay Başkanı Başbuğ. O zamandan beri bu sözler kafama takıldı kaldı. Ne demek istedi? İnsan düşündüğü gibi davranmazsa büyük tutarsızlıkların, çelişkilerin kurbanı olmaz mı?
Hatta ahlaki sorunlarla karşılaşmaz mı? ‘Küresel düşünmek’ en azından devletler arasındaki anlaşmazlıklarda tarafların salt ulusal çıkar hesaplarıyla hareket etmemesi gerektiği, uluslararası camianın bu anlaşmazlıkların çözümünde etkili olabileceği, devletler hukuku denen yaptırımların ulusal iradenin üzerinde rol oynayabileceği anlamına gelmez mi?
Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Uluslararası Lahey Adalet Divanı, Uluslararası Ceza Mahkemesi, Avrupa Birliği, Avrupa Parlamentosu.. ve daha pek çok kuruluş ulus-devlet anlayışına getirilen sınırlamalar üzerinde kurulmuştur. ‘Küreselleşme’ dediğimiz olgu, salt sermayenin ve ticaretin uluslararası ve çokuluslu bir nitelik kazanmasından ibaret bir olgu değildir. Aynı zamanda çeşitli kurumlar aracılığıyla ulusal egemenlik kavramına yeni tanımlar ve sınırlamalar getirilmesi anlamına gelir.
‘Ulusal egemenliğimiz kutsaldır, hiçbir biçimde sınırlanamaz’ dediğiniz zaman size sorarlar, ‘O halde AB’nin kapısında ne işiniz var?’ diye. Şu anda AB üyesi olan pek çok ulusun anayasasında (bizim anayasamızda da olduğu gibi) ‘egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur’ ibaresi yer alıyordu. AB’ye üye olurken bu maddeleri değiştirmek zorunda kaldılar.
En azından, Avrupa Parlamentosu’nun çıkardığı yasalar, ulusal yasaların üzerindeyse ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları ulusal mahkemelerin üzerinde bir konumdaysa, ‘Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur’ demek, ulus-devletin kalbini kırmamak için düzenlenmiş romantik bir ifadeden başka ne olabilir ki? Ulus-devlet henüz ölmüş değil. Fakat geçen yüzyıldaki ulus-devlet de yok artık. Yalnız çokuluslu şirketlerin, AB’nin veya AİHM’nin varlığında değil, uydu televizyon yayınlarında, internette, basında, değerlerde.. de küreselleşen bir dünyada yaşıyoruz. Dünyadaki bu yeni eğilimi gelip geçici, geri çevrilebilir bir süreç olarak görürsek yanılırız. Tam tersine, gittikçe derinleşecek ve genişleyecek bir olguyla karşı karşıyayız.
(...)
Ekonomik, askeri ve diplomatik açılardan hızla değişen, yeni veriler ve eğilimler barındıran bir dünyada yaşıyoruz. Adına ister ‘küresel’ deyin, isterse de başka bir şey. Bu dünyayı anlamak zorundayız. Ama bu dünyayı anladığımız halde anlamamış gibi yapıp ‘ulusal’ davranmak ne kadar doğrudur, bu konuda ciddi kuşkularım var. Başta ABD olmak üzere pek çok devlet bu hataya düşüyor. Dünya gerçeklerine uymayan politikalar kimseye yarar sağlamaz. Askeri bakımdan güçlü olsak bile...
Radikal, 21.9.2008
|