"Gerçekten" haber verir 22 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Ulus devletin vidası

Genelkurmay Başkanı Sayın İlker Başbuğ geçtiğimiz hafta Genelkurmay Başkanlığı’nda bir ‘iletişim toplantısı’ gerçekleştirdi ve bu toplantının hemen sonrasında cep telefonuma gelen Anadolu Ajansı çıkışlı mesajda da aynen şöyle yazıyordu:

‘Org. Başbuğ ulus-devletin bir vidasının gevşetilmesine kesinlikle karşıyız dedi’.

Subayların harp okullarında, kurmayların harp akademilerinde müfredat yapısı anlamında nasıl bir eğitimden geçtiklerini doğrusu çok iyi bilmiyorum ama temennim, doğrudan militer konular yani ülkeyi dış askeri tehditlerden koruma konusunda elde ettikleri bilgi ve beceri düzeyinin toplum bilimleri konusunda sahip olduklarından daha nitelikli olması.

Asli görevleri ülkeyi dış askeri tehditlerden koruma olan askerlerimizin militer strateji alanında nasıl bir bilgi birikimine sahip olduklarını da doğrusu bilmiyoruz zira bu konularda hiç konuştuklarına şahit olmuyoruz ama itiraf edelim normal koşullarda zaten konuşsalar da bir sivilin bu konulara nüfuz etme olanağı sınırlı olmalı ama yine de merak ediyorum; son günlerde yakından izleme olanağı bulduğum Fransa’da ordunun militer anlamda yeniden yapılandırılması meselesi kamusal olarak tartışılıyor ve bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak bu konuların bizde eksikliğini hissetmiyor değilim doğrusu.

Bizde askerlerimiz, daha doğrusu çok üst düzey komutanlarımız kamuoyu önüne daha ziyade toplum bilimlerine ilişkin görüşleriyle çıkıyorlar ve itiraf etmek durumundayım, bu alanda düzey çok parlak değil. İyi bir yurttaş olarak aynı komutanlarımızın asli konularına yani militer konulara hakimiyetlerinin toplum bilimlere oranla çok ama çok daha iyi olmasına yönelik temennimi de yineliyorum.

(...)

Tüm toplumsal kategoriler, kavramlar tarihsel kategoriler ve kavramlardır ve belki de bunların en başında da ulus-devlet kavramı gelmektedir. Ulus-devlet kavramı, yapılanması, örgütlenmesi de feodalite gibi, tarım imparatorlukları gibi, tarihin belirli bir döneminde belirli bir toplumsal/ekonomik yapılanmanın sonucunda oluşmuştur, bu çerçevenin değişmesiyle de tarih sahnesinden aynen feodalite gibi silinip gidecektir ve bu durum iyi ya da kötü değil, tarihsel bir belirlenmedir.

Yaklaşık 18. yüzyılda sanayileşme sürecinde iç pazar gereksinimi ile oluşturulmuş bir kavram olan ulus-devletler pazar yapısının küreselleşmesi ve teknolojinin gelişmesiyle kaçınılmaz olarak çok da geç olmayacak bir gelecekte ortadan kalkacaklardır ve bunda da öyle üzülecek ya da sevinilecek bir durum yoktur.

(...)

Doğrudur, bugün için ulus-devlet yapılanmasından vazgeçelim demek komik kaçabilir ama en azından sürecin bu olduğunu görmek ve bu yapılanmanın ilelebet kalıcı olmasını istemek gibi bir tuhaflığa kaçmamak gerekmektedir. Aslında 1960 sonrası Avrupa Birliği’ne giden süreçte ulusal paraların yerini ortak bir para biriminin alması, parlamentoların vergi yasası çıkarma haklarının çok sınırlanması gibi gelişmeler zaten görmek isteyen, beynine zincir vurmayanlar için ulus-devletin fiilen bitiş ön sinyalleridir.

Ulus-devlet demek, teorik olarak, para basma tekeli, parlamentoların vergi kanunu çıkarma hakkı ve yasal silahlı güç beslemek demektir; AB üyesi ülkelerde ilk ikisi adeta bitmiştir, ortak bir savunma konsepti de, yarın olmasa da, yoldadır yani ulus-devlet değerleri artık bu ülkelerde folklorik değerlere zorunlu dönüşümünün arifesindedir.

‘Ulus-devletin vidasına dokunulamaz’ demek kavramsal olarak mesela Sezar’ın yaklaşık iki bin sene önce ‘Roma İmparatorluğu ilelebet kalıcı olacaktır’ demesiyle aynı şeydir.

Bu tartışma aslında AB meselesinin de fay hattıdır ve belki bu açıdan da çok faydalıdır.

Tarihe karşı vida sıkıştırmak çok anlamlı bir durum olmasa gerek diye düşünüyorum.

Star, 21.9.2008

Eser KARAKAŞ

22.09.2008


 

Ulus devletler

‘Küresel düşünüp, ulusal hareket edelim’ demişti Genelkurmay Başkanı Başbuğ. O zamandan beri bu sözler kafama takıldı kaldı. Ne demek istedi? İnsan düşündüğü gibi davranmazsa büyük tutarsızlıkların, çelişkilerin kurbanı olmaz mı?

Hatta ahlaki sorunlarla karşılaşmaz mı? ‘Küresel düşünmek’ en azından devletler arasındaki anlaşmazlıklarda tarafların salt ulusal çıkar hesaplarıyla hareket etmemesi gerektiği, uluslararası camianın bu anlaşmazlıkların çözümünde etkili olabileceği, devletler hukuku denen yaptırımların ulusal iradenin üzerinde rol oynayabileceği anlamına gelmez mi?

Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Uluslararası Lahey Adalet Divanı, Uluslararası Ceza Mahkemesi, Avrupa Birliği, Avrupa Parlamentosu.. ve daha pek çok kuruluş ulus-devlet anlayışına getirilen sınırlamalar üzerinde kurulmuştur. ‘Küreselleşme’ dediğimiz olgu, salt sermayenin ve ticaretin uluslararası ve çokuluslu bir nitelik kazanmasından ibaret bir olgu değildir. Aynı zamanda çeşitli kurumlar aracılığıyla ulusal egemenlik kavramına yeni tanımlar ve sınırlamalar getirilmesi anlamına gelir.

‘Ulusal egemenliğimiz kutsaldır, hiçbir biçimde sınırlanamaz’ dediğiniz zaman size sorarlar, ‘O halde AB’nin kapısında ne işiniz var?’ diye. Şu anda AB üyesi olan pek çok ulusun anayasasında (bizim anayasamızda da olduğu gibi) ‘egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur’ ibaresi yer alıyordu. AB’ye üye olurken bu maddeleri değiştirmek zorunda kaldılar.

En azından, Avrupa Parlamentosu’nun çıkardığı yasalar, ulusal yasaların üzerindeyse ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları ulusal mahkemelerin üzerinde bir konumdaysa, ‘Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur’ demek, ulus-devletin kalbini kırmamak için düzenlenmiş romantik bir ifadeden başka ne olabilir ki? Ulus-devlet henüz ölmüş değil. Fakat geçen yüzyıldaki ulus-devlet de yok artık. Yalnız çokuluslu şirketlerin, AB’nin veya AİHM’nin varlığında değil, uydu televizyon yayınlarında, internette, basında, değerlerde.. de küreselleşen bir dünyada yaşıyoruz. Dünyadaki bu yeni eğilimi gelip geçici, geri çevrilebilir bir süreç olarak görürsek yanılırız. Tam tersine, gittikçe derinleşecek ve genişleyecek bir olguyla karşı karşıyayız.

(...)

Ekonomik, askeri ve diplomatik açılardan hızla değişen, yeni veriler ve eğilimler barındıran bir dünyada yaşıyoruz. Adına ister ‘küresel’ deyin, isterse de başka bir şey. Bu dünyayı anlamak zorundayız. Ama bu dünyayı anladığımız halde anlamamış gibi yapıp ‘ulusal’ davranmak ne kadar doğrudur, bu konuda ciddi kuşkularım var. Başta ABD olmak üzere pek çok devlet bu hataya düşüyor. Dünya gerçeklerine uymayan politikalar kimseye yarar sağlamaz. Askeri bakımdan güçlü olsak bile...

Radikal, 21.9.2008

Türker ALKAN

22.09.2008


 

‘Yalvarıyordum ama ölüm bile elime geçmiyordu!’

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un gazeteci milletiyle yaptığı brifinglerin haberlerini dinlerken, okurken bir an Ahmet Türk’ü anımsadım. Niye mi, anlatayım.

Orgeneral Başbuğ’un bazı nüanslara dikkat etmekle birlikte ‘Kürt sorunu’nun adını koymaktan ya da sorunun özüne parmak basmaktan kaçındığını düşünüyorum.

İki noktaya indirgiyor sorunu:

Yoksulluk ve işsizlikle mücadele.

Terör ve şiddetle mücadele.

Devletin malum resmi tezi...

Başbakan Erdoğan da bu resmi teze yanaştı gibi. Diyarbakır’da, 2005 yılının Ağustos ayında söylediklerini unuttu galiba. O tarihte “Kürt sorunu bizim de sorunumuz” demişti. Hatta, “Devlet olarak geçmişte bizim de hatalarımız oldu” diyerek bir heyecan dalgası yaratmıştı.

Ama gerisi gelmedi. Brifinglerinde Orgeneral Başbuğ, geçmişte komutanlardan çok dinlediğimiz ‘Terörle mücadele’, ‘terörizmle mücadele’ gibi bazı ince ayrımlar yaptı, fakat sorunun dibine inmedi. Kürt sorunu demedi.

Geçmişteki “Kürt yoktur, Türk vardır!” politikasının yol açtığı yaralardan söz etmedi.

Kürt dilinin nasıl inkâr edildiğini hiç hatırlamadı. ‘Ulus-devlet’i klişe olarak yineledi. Oysa kültürel farklılıklar tanınarak, ulus-devletlerin de zaman içinde, örneğin Fransa’daki gibi nasıl demokratik nitelik kazanabileceklerini ya bilmiyordu, ya yok saydı Orgeneral Başbuğ.

Bilinen şeyler...

Ama bütün bu bilinenleri yok sayarak, 1980’lerden beri yaşanan ‘PKK olgusu’nu, Türkiye’yi maddi ve manevi açılardan çok kanatan terör ve şiddeti yerli yerine oturtmak, demokratik ve barışçı çözüm yollarında yürümek olanaksızdır.

Ahmet Türk’ü bunun için anımsadım.

12 Eylül’de, Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşadıklarını anlatıyordu bu yakınlarda. Ben de o acı günleri bir zamanlar Ahmet Türk ailesinin Mardin-Derik arasındaki Kasri Kanco’sunda bir gece vakti kendi ağzından dinlemiştim: “Ben bir Kürdüm. Türk soyadını biz seçmedik. Nüfus memuru öyle uygun görmüş... 12 Eylül sonrası Diyarbakır Cezaevi’ne girdim. Her gün Tanrı’ya ‘Canımı al da, beni bu işkenceden kurtar’ diye yalvarıyordum. Ölüm bile elimize geçmiyordu. Beni 200 askerin arasına çırılçıplak getirip copla dövdüler. Tuvaletlerde pislik yediriyorlar, 24 saat işkence yapıyorlardı. Dayaktan her yerimiz simsiyahtı. Bir gün adam copunu kaldırmış, ‘Atatürk’ün annesinin adı ne?’ diye sordu. Bildiğim halde söylemedim. Aklım copa takılmıştı. Gece baskın yapılıyor, dayakla marş okutuluyordu. Korkudan 56 tane marş ezberledim. Birçok insan cezaevinde gözümüzün önünde öldürüldü. Yüzbaşı, doktora bağırarak ‘Rapora ranzadan düştü diye yaz’ diyordu. Bir asteğmen, gözlerimle gördüm, ‘İnsanlığımdan utanıyorum’ diye ağlıyordu.” (Mehmet Gündem’in röportajı, Yeni Şafak, 25.08.08)

İnce eleyip sık dokumak gereksiz.

Kürt sorununu biraz hissetmek ve anlayabilmek için biraz insanlık, biraz cesaret yeterli olabilir. Yaşananları az da olsa öğrenmek bile, bizim devletin ezberlerini bozmak için isteyene bir sürü ipucu verebilir. Ahmet Türk şimdi kısa adı DTP olan Demokratik Toplum Partisi’nin Genel Başkanı. Ve partisi topun ağzında.

Davası Anayasa Mahkemesi’nin gündeminde, kapatılabilir. Ahmet Türk geçen gün yaptığı sözlü savunmasında şöyle diyordu:

“DTP demokratik siyaset yapmakta, Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümü için çalışmaktadır. DTP’nin PKK ile herhangi bir örgütsel bağlantısı ve ilişkisi yoktur. DTP, Kürt sorununun demokratik çözümüne dönük siyaset yapan bir partidir. Kapatma davası, DPT’nin bu çabalarına yönelik bir tasfiye politikasıdır. Bu aynı zamanda Kürtlerin demokratik siyaset yapma zeminini ortadan kaldırma, Kürt sorununun diyalogla, demokratik yollarla çözümünü istemeyen güçler, Kürtlerin dil ve kültürel vb. demokratik haklarının tanınmasını engellemek için kapatma davasını devreye koymuştur. DTP’nin kapatılmasını isteyen anlayış, demokrasi ve hukuk dışı bir anlayıştır.”

Ben de katılıyorum. DTP kapatılmasın.

Ve Başbakan Erdoğan medyayla, gazeteci milletiyle uğraşmayı bırakıp, Türkiye’de partiler düzenini demokratikleştirmenin adımlarını bir an önce atmaya baksın.

Milliyet, 21.9.2008

Hasan CEMAL

22.09.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır