Antik Yunan felsefecisi Plato’nun dile getirdiği çok önemli ve her dönem için anlamlı bir soru var: “Bizi koruyuculardan kim koruyacak?”
Bu dört kelimelik soru cümlesinin işaret ettiği sorun siyaset felsefesinin en temel meselelerinden biri olmuş ve her toplumu meşgul etmiştir. Farkına az sayıda insan varıyor olsa da ülkemizin temel problemleri listesinde bu sorun en başlarda yer almaktadır.
Her toplumun temel ihtiyaçlarından biri güvenliktir. Toplumlar bu sorunu en etkin şekilde, yani en düşük maliyetle ve istikrara kavuşturulmuş, güvenilir bir kamu hizmeti haline getirilmiş bir güvenlik hizmetleri sistemi tesis etmek suretiyle çözmek zorundadır. Bunu yapamayan toplumların varlığını olduğu gibi muhafaza etme şansı azalacaktır. Kurumlaşmış ve daimi güvenliğin olmadığı yerlerde insanlar kaynaklarının yani zaman ve imkanlarının çok büyük bir bölümünü kendi güvenliklerini sağlamaya tahsis edecektir. Bu durumda diğer ihtiyaçların karşılanması için kullanılacak kaynaklar nispeten ölü ve verimsiz bir alan olan güvenlik alanında kullanılacaktır. Sonuçta toplumun hacmi daralacak, üretim gücü azalacak ve dolayısıyla refah seviyesi yükselmeyecektir. Akıl ve tecrübe toplumları bu sorunun dünyanın her tarafında karşımıza çıkan bir çözümüne itmiştir. Güvenlik işiyle uğraşmak bir meslek, bir uzmanlık dalı haline getirilmiş ve herkesin kendi güvenliği için her an bizzat sorumluluk üstlenmesi yerine sınırlı sayıda insanın toplumsal güvenliği sağlama işiyle görevlendirilmesi yoluna gidilmiştir. Güvenlik kuvvetleri, silahlı kuvvetler vs. adıyla andığımız yapılanmalar böylece ortaya çıkmıştır.
Onların oyu varsa,
bizim de silâhımız var!
Güvenliğin iki ana dalı vardır. İlki ve uzun vadede en önemlisi iç güvenlik adı verilen güvenlik türüdür. Bu, bir ülkenin vatandaşlarının birbirlerinin kriminal faaliyetlerine karşı korunmasıdır. Suçun önlenmesi ve suçlularla mücadele edilmesi işini yapan ve devlet çatısı altında barındırılan teşkilata polis teşkilatı ve faaliyetlerine polisiye faaliyetler adı verilir. Güvenliğin ikinci ayağı yurt güvenliğidir. Burada sınırları belli bir ülkenin başka ülkelerin fiilî tecavüzlerine karşı korunması yapılır. Bununla görevli organlara ordu ve ordunun bireysel üyelerine asker adı verilir. Hem polisiye hem askerî faaliyetler birer meslek dalına tekabül etmekle beraber diğer bazı mesleklerden kimi bakımlardan farklılaştıkları için toplumlar polis ve askerle ilgili bir alt kültür geliştirirler. Bu meslekler zor mesleklerdir. Kötü şeyleri görmeye, ölmeye ve öldürmeye, nispeten izole edilmiş bir hayat yaşamaya dayanan ve çok stres yaratan bu mesleklere insan gücü akışını kolaylaştırmak ve meslektekileri sıcak anlarda hayat kaybını da kapsayabilecek bedellere manen hazırlamak için gerçek veya hayali olaylara dayanan efsaneler, hikâyeler, destanlar üretilir. Çoğu zaman dinî bir söylemle iç içe geçen bu hikâyeler geniş halk kesimleri arasında da rağbet görür.
Sonuç itibarıyla her toplumda güvenlikten sorumlu polis ve ordu teşkilatları ortaya çıkar. Bu teşkilatlar toplumdan aldıkları insan gücüne ve maddî kaynaklara dayanarak kendilerine verilen görevleri yerine getirir. Ancak, bu teşkilatların varlığı kendiliğinden bazı tehlikeleri de menzile sokar. Bu kuruluşların en büyük özelliği ve onları ve bünyelerinde bulunanları diğer insanlardan ve diğer kamu kurumlarından farklılaştıran en temel etken ellerinde silah bulunmasıdır. Başka türlü söylersek; ABD gibi her vatandaşın silahlanma hakkının bulunmadığı yerlerde, vatandaşlar ikiye ayrılır: Silahlı olanlar ve silahsız olanlar. Silahlı olanlara Plato’nun lisanını kullanarak koruyucular diyebiliriz. Koruyucular ellerindeki silahları silahsız vatandaşlara karşı kullanmaya kalkarsa ne olacaktır? Yani toplumu koruyuculara karşı kim koruyacaktır? Koruyuculara karşı bir başka koruyucu veya kurtarıcı sınıf mı yaratılmalıdır? Eğer böyle yapmak gerekiyorsa bu nereye kadar gidecektir? Bu sorunun Türkiye’yi çok yakından alakadar ettiğine kuşku olmadığını hem yakın tarihimiz hem de özellikle ağustos ayının son günlerinde bazı subayların yaptıkları konuşmalar açıkça göstermektedir. Son konuşmalar medyada yeterince değerlendirildi. Ben onları bir yana ve belki ikinci bir yazıya bırakıp başka ve daha tipik bir olay üzerinden medeni bir ülkede silahlı kuvvetlerin konumu bakımından ne durumda olduğumuzla ilgili bazı değerlendirmeler yapmak istiyorum.
Ergenekon davasıyla ve meşhur günlükle ilgili haberler devamlı gazetelerde yer alıyor. Neyin ne olduğunu umarım mahkeme sürecinde daha iyi anlama ve görme imkânına sahip oluruz. Ancak, bu haberlerde geçen ve üzerinde pek durulmayan bazı şeyler var ki tam da benim ne demek istediğimi aydınlatıyor. Bir habere göre birkaç yıl evvel üst rütbeli subayların AKP iktidarına karşı ne yapılması gerektiğini tartıştıkları bir toplantı düzenleniyor. Generaller sırayla görüşlerini açıklıyor. Herkes bir şeyler yapılması gerektiğinde hemfikir. Bu çerçevede yeni sivil toplum kuruluşlarının yaratılması ve var olan bazılarının manipüle edilmesi, üniversitelerin harekete geçirilmesi, medyadan yararlanılması filan da teklif ve telkinler arasında dile getiriliyor. Bir ara bir general veya amiral şunu söylüyor: “Bizim diğerlerinden bir farkımız var, bizim silahımız var.” Bu söz çok “hikmet”li bir söz. O kadar çok şeyi açığa çıkarıyor ki, üzerine bir kitap yazmak gerekir. Bu arada Türk toplumunun nasıl tam da Plato’nun bahsettiği türden bir tehlikeyle karşı karşıya kalabileceğini gösteriyor. General, ellerinde silah olduğunu ve gerekirse bu silahı kullanmaları gerektiğini ima ediyor. Kime karşı? Demokratik yollardan toplum tarafından işbaşına getirilen bir iktidara karşı. Yani general oya karşı silahtan bahsediyor. Oy alanında yapabileceğimiz bir şey yok ama silah alanında biz güçlüyüz ve gerekirse silahlarımızı kullanmalıyız demek istiyor. Her toplumda bir dış güvenlik ihtiyacı ve dolayısıyla bir ordu mevcut. Bazı ülkelerde ordu profesyoneldir, yani ordudaki herkes maaş karşılığı orada çalışır. Bazı ülkelerde ise ordu gönüllülerle profesyonellerin karışımından oluşur. Türkiye’de olduğu gibi. Bizde ordu meslek olarak orduda bulunan ve hizmetleri karşılığında maaş alan subay, astsubay ve uzman erlerle askerlik çağına gelince askere alınan erlerden müteşekkildir. Sayı olarak ordunun ağırlıklı kısmını da bu ikinciler teşkil etmektedir.
Hukukî düzenlemeleri
aşan zihniyet meselesi
Her toplumda silahlı insanlar vardır. Bunların bir kısmı kendi kendini silahlandıran insanlardır. Bunlar ne silah temin edeceklerine kendileri karar verirler, silahların bedelini kendileri öderler ve bu silahları nerede ve kime karşı kullanacaklarına da kendileri karar verirler. Bunlara biz çete veya mafya adını verir ve kriminal tipler olarak görürüz. Buna karşılık polis ve orduda kullanılan silahlar burada görev yapanların şahsî malı değildir. Yani onlara ait değildir. O silahlar topluma aittir ve polis ve askere emanet olarak verilir. Hangi silahların alınacağına da demokratik ülkelerde toplumlar temsilcileri aracılığıyla karar verirler. Asker ve polis uzmanlar bu konularda elbette görüş bildirir ama son söz parlamentoya ve hükümete aittir. Halka ait olan ve polise ve askere emanet verilen bu silahların nerde ve ne amaçla kullanılacağını da toplumlar sıkı kurallara bağlarlar ve silahların kullanımını ve onları kullananları sistematik olarak denetlerler. Demokrasinin temel şartlarından biri resmî silahlı güçlerin siviller tarafından doğrudan veya temsilcileri aracılığıyla denetlenmesidir. Bunun olmadığı veya yapılamadığı bir toplumun medeni bir toplum olarak adlandırılma şansı yoktur. Bu yüzden, bırakın demokratik ülkeleri, anti-demokratik rejimlerde dahi silahlı kuvvetler sivillere tabidir. Oysa, bu veciz ifadeyi sarf eden generalin silahların kendilerine ait olduğunu ve onları istedikleri şekilde kullanabileceklerini zannettiği anlaşılmaktadır. Onunla hemfikir epeyce meslektaşı da olabilir. Bu durumda toplumun koruyuculara karşı korunması ihtiyacı ortaya çıkmakta değil midir? Kendilerine silah emanet edilenlerin bu silahları gayri kanuni ve gayri meşru amaçlar için kullanmayacaklarının garantisi nedir? Kullanmaya teşebbüs ederlerse kendileriyle nasıl mücadele edilecektir?
Generalin bu sözü Türkiye’nin kâğıt üzerinde reform yapmakla fazla mesafe alamayacağını göstermektedir. Mesele bir hukukî düzenleme meselesinden önce ve öte bir zihniyet meselesidir. Ordulara karşı ordular kurulamayacağına göre silahlı bürokratların demokratik ilke ve değerlere ön koşulsuz uymalarını sağlayacak ve sadece askerleri değil sivilleri de kuşatacak bir kültür ve zihniyet ortamı oluşturulmadıkça korkarım Türkiye’de her zaman bu Platoncu sorunla karşılaşma ihtimali var olacaktır.
Zaman, 1.9.2008
|