Ordunun siyasete karışmasının yanlışlığını dile getirme sadedinde çok başvurulan bir tarihsel ‘kanıt’ vardır. Denir ki, ‘Atatürk her zaman orduyu siyasetin dışında tutmaya özen göstermişti.’ Ne var ki, her işinde temel referansı Atatürk olan silahlı kuvvetler bile bu uyarıyı hiç ciddiye almamıştır ve öyle görünüyor ki şimdiden sonra da almaya da niyeti yoktur.
Peki, askerler bu uyarıyı ciddiye almamakta haksız mıdırlar dersiniz? Bana göre değil. Çünkü, (bu konunun ‘uzmanı’ olarak) onlar Atatürk’ün orduyu siyasete bulaştırmadığı iddiasının gerçek olmadığını bilmektedirler. Evet, görünüşe göre, Atatürk zamanında silahlı kuvvetler siyasete karışmamıştır; ama bu, Atatürk’ün bunu demokratikleşme adına yaptığı, hele kendi siyasetini orduya dayanmadan yürüttüğü anlamına gelmez.
Atatürk’ün orduyu siyasetin dışında tuttuğu iddiası çoğu zaman şu tarihsel olguya dayandırılır: Cumhuriyet’in daha ilk aylarında (Aralık 1923’te) çıkarılan bir kanunla, subay ve askerlerin milletvekili seçilmeden önce ordudan istifa etmeleri zorunluluğu getirilmiş ve Mecliste bulunan komutanların komutanlık görevinden istifa etmedikleri sürece Meclis görüşmelerine katılamayacakları öngörülmüştü. Ne var ki, bu olgudan, acele bir yargıyla, Atatürk’ün demokratik duyarlılığı yönünde bir sonuç çıkarmak hiç de inandırıcı değildir.
Çünkü, bununla sağlanmak istenen, siyasetin asker baskısı ihtimalinden kurtarılarak sivilleştirilmesi olmayıp, Milli Mücadelenin önderleri arasındaki iktidar çekişmesinde Atatürk’ün kendi konumunu sağlamlaştırmak istemesiydi. Nitekim, söz konusu kanundan önce, Atatürk orduyu muhtemel rakiplerini tasfiye edecek şekilde yeniden örgütlemişti. Bu yeni düzenleme sonucunda Kazım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy gibi milli mücadelenin önde gelen şahsiyetleri ordu müfettişliklerine atanmak suretiyle Ankara’dan uzaklaştırılmıştır. Refet Bele ise kendisine görev verilmeyerek ordudan istifa etmek durumunda kalmıştı.
William Hale’in ifadesiyle, ‘(a)ncak bu yeni örgütlenmeden sonradır ki, Atatürk Cumhuriyeti ilan etme ve cumhurbaşkanlığına seçilmesini güvence altına alma ve ardından da Mart 1924’te halifeliği kaldırma yönünde önemli adımlar atabildi.’ Aslında bu olay, Nisan 1923’te Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda yapılan değişiklikle Birinci Grup dışındaki siyasi grup ve örgütleri vatan hainliğiyle suçlanma tehlikesiyle karşı karşıya bırakan gelişmelerin askeri alana teşmil edilmesi olarak görülebilir.
Kısaca, tarihsel açıdan, Atatürk kendi siyasetini orduya rağmen (orduyu siyasetin dışında tutarak) değil, ordunun -Mareşal Fevzi Çakmak aracılığıyla- sadakatini garanti ederek yürütmüştür. Esasen, kişisel olarak kendisine sadık olduktan sonra, ordunun siyasete karışıp karışmamasının önemi olmadığı gibi, böyle bir karışmaya zaten ‘gerek’ de kalmıyordu. Kaldı ki, sözünü ettiğimiz, karizmatik tek liderin şahsıyla özdeşleşmiş olan bir rejimdir; böyle bir rejimdeki asker-siyaset ilişkisinden demokratik bir rejim için anlamlı sonuçlar çıkaramayız.
Sonuç olarak demek istiyorum ki, demokratik siyasetin ilke ve kurallarını doğrulamak için ikide bir tek-parti yönetiminden sözde kanıtlar getirmeye çalışmak hem yanlıştır, hem de çıkmaz bir yoldur. Kaldı ki, bu ilke ve kurallara saygı duymayanları bu yolla ikna etmenin mümkün olmadığı da şimdiye kadar defaatle görülmüştür.
Star, 26.7.2008
|