Yaşadığımız bunalımın, değişime direnen “vesayetçi bir anlayış”ın marifeti olduğunu duymayan, görmeyen, bilmeyen kalmadı.
“Direnç” lafını hafife almayın…
Direnç, yeni durum, örneğin değişim karşısında “var olan”ı muhafazaya yönelik bir tepkidir.
Direnç varsa eğer, “var olan”ın muhafazasında bir sıkıntı var, muhafaza etmek isteyenin yaşadığı bir “daralma” var demektir.
Bu ise bir iç bunalım işaretidir.
Bunu uzun süredir vurguluyoruz.
Türkiye’nin bugün yaşadığı bunalım vesayeçi anlayış ile onun tutkalı olan “saldırgan laiklik anlayışı”nın “gürültülü iç bunalımı”dır.
“Sepeti” daha da büyük tutabiliriz…
Nitekim direnen sadece devlet ve bürokrat değildir; toplumun bir kesimi de benzer bir direnç içindedir. O zaman şöyle denebilir: Laik kesim de bir iç bunalım yaşamaktadır.
Öyledir ve bu bunalımın iki göstergesi bulunmaktadır.
Bir kere laik dünya kendi içinde gerek laikliğin algısı gerek İslami kesimle ilişki açısından bir bölünme yaşıyor. Bir grup hızla demokratlaşırken, diğer grup hızla totaliter bir çizgide ilerliyor.
Öte yandan totaliter çizgide ilerleyen grup, muhafazakârlığı laiklik tanımıyla iç içe sokuyor ve değişimden korkan, Putinvari bir militer demokrasi çizgisinde irrasyonel bir siyasi projenin peşinde koşuyor.
Bugün sorun, toplumsal olarak azınlık olan bu otoriter laikçi grup ile devlet içindeki direnç merkezlerinin el ele ülkenin siyasi iklimine hakim olmasıdır.
Dün söyledik, tekrarlayalım:
Türkiye’de laiklik anlayışı, din-devlet işlerini ayırmak kadar, “kültürel ve ekonomik tekel sahası oluşturma”, sistemin asli imkanlarını taşraya, çevreye, “içerideki öteki”ne kapatma işlevi görür.
Somut unsurlar üzerine oturan bir tekeldir bu.
Bu sahaya giriş ve çıkışlar “sembolik uygunluk kriterlerine ve denetimi”ne tâbidir.
Çorap, giysi, sakal, başörtüsü, alkol kadar köken, lehçe, inanç, fikir, siyasi eğilim, toplumsal talep tipleri bu kriterlerin önde gelenleridir.
Bir kaç sene önce bir yazar hanım ülkenin prestijli gazetelerinden birisinde “sembolik uygunluk kriterleri” ve buna uymayanlara karşı bakın ne kadar “küstah” ve “açık dili”ydi:
“Don paça soyunmuş adamlar geviş getirerek yatarken, siyah çarşaflı ya da türbanlı, istisnasız hepsi tesettürlü kadınlar mangal yellemekte, çay demlemekte ve ayaklarında ve salıncakta bebe sallamaktadırlar. Her 10 metrekarede, bu manzara tekrarlanmakta, kara halkımız kıçını döndüğü deniz kenarında mutlaka et pişirip yemektedir. Aralarında, mangalında balık pişiren tek bir aileye rastlayamazsınız. Belki balık sevseler, pişirmeyi bilseler, kirli beyaz atletleri ve paçalı donlarıyla yatmazlar, hart hart kaşınmazlar, geviş getirip geğirmezler, zaten bu kadar kalın, bu kadar kısa bacaklı, bu kadar uzun kollu ve kıllarla kaplı da olmazlardı…”
Kabul edin ki bugün “otoriter laikçi anlayışın gönüllü üyeleri” bu seçkinçi, ırkı ve faşist anlayışı türlü bahanelerle paylaşmaktadırlar.
Kabul edelim ki, laiklik böyle algılandığı yerde ve anda politik olarak bir hükümranlık arayışı kadar, psikolojik olarak patolojik bir ruh halini işaret eder.
Bu patalojik hali uzun bir süre önce “sembolik bozukluk” olarak adlandırmıştık.
Doğru yapmışız…
Bir araştırmadan bir mülakat alıntısıyla, “kentli laikçi bir iş kadını”ndan canlı bir örnek verelim bu bozukluğa:
“Tayyip Bey beni şöyle inandırabilir: ‘Ya ben çok yanılmışım ben dini iyi bilmiyormuşum, hakikaten dinle siyaset bir arada iyi gitmiyormuş. Ben bunu karımın başını açarak ispat ediyorum, bakın karımın kılık kıyafetinde değil onun dini. Bakın o modern bir Türk kadını gibi giyindi o’ dese, belki o zaman söylediklerine bir parça inanabilirim... Karısının kafası açılmadan asla... Açarsa yine de düşünürüm, acaba ne çıkarı var diye... “
Zihniyet düzeyinde, toplumsal düzeyde sorun işte budur…
Çözülmekte olan, çözüldüğü için azan anlayış işte budur…
Yeni Şafak, 13 Haziran 2008
|