Son zamanlarda Türkiye’nin siyasi, iktisadi, hukuki bütün dengelerini altüst eden bir mahkemenin önde gelen yargıçlarından biri, önemli bir karardan önce Kara Kuvvetleri Komutanlığı karargâhına gidip, kuvvet komutanıyla görüşüyor. Onun geldiği saatte “komuta katı” boşaltılıyor. Yargıcın giriş çıkışını görüntüleyebilecek güvenlik kameraları kapatılıyor. (...)
Kapalı kameralar, boşaltılan katlar... Bu kadar önlem arasında bir yargıçla bir general ne konuşuyorlar? Ordu, 27 Nisan muhtırasıyla hukuka ve demokrasiye karşı açıkça tavır aldı. Anayasa Mahkemesi de “türban” kararıyla anayasayı çiğnedi. Bunları yapanlar, “hukuksuzluk” zemininde bir ortaklık kurmuş gözüküyorlar. Sanırım amaçları da aynı. Halkın siyasetteki etkisini en aza indirmek. Bütün kararların halkın istekleri dışında verilmesini sağlamak. Hukukun ve demokrasinin Türkiye için tehlikeli olduğuna inanıyorlar herhalde. Ama göremedikleri bir sorun var. Hukuk olmayınca, devlet olmuyor. Hukuksuz devlet çeteleşiyor.
Devleti kurtaralım derken, devleti batırıyorlar. Hukuku çiğnediklerinin farkındalar. Onun için hukukun yerine bir başka ölçü koymaya çalışıyorlar. Anlayabildiğim kadarıyla bu ölçü, “Atatürk ilke ve inkılapları” oluyor. (...)
Mustafa Kemal, ülkeyi tek partiyle ve dikta rejimiyle yönetti. Demokrasiyi, partisinin “altı umdesi” arasına almadı. Hukuka da çok aldırmadı. Ama bu seksen yıl önceydi. Dünya başkaydı. Türkiye başkaydı. Şartlar başkaydı. Şimdi çok değişik bir zamanda, çok değişik bir dünyada yaşıyoruz. Bizzat Mustafa Kemal’in kendisi de gelse ülkeyi artık öyle yönetemez. “Miniskül Atatürk’lerin bunu gerçekleştirmesi ise hiç mümkün değil. Zaten bu yüzden, tuhaf bir baskıyı gittikçe artırıp bu gerçeklerin görülmesini engellemeye çalışıyorlar.
Geçenlerde türbanlı bir kız televizyonda “Ben Atatürk’ü sevmiyorum, Humeyni’yi seviyorum” demiş. Zarif bir konuşma biçimi mi, bence hayır. (...) Peki, bu kızın söylediği suç mu? Alakası yok. Ama hakkında dava açılmış. “Sevmediğini” söylerken genç kız duygusunu açıklıyor. Biz “düşünceler özgür olsun” derken, savcılar “duyguları” da yasaklamaya çalışıyor. İnsan “duygusundan” ötürü nasıl yargılanır? Bir lideri sevme mecburiyeti olabilir mi? Böyle bir mecburiyet getirmeye çalışan düzene hukuk denebilir mi? İster sever, ister sevmezsiniz. Benim bilebildiğim kadarıyla yeryüzünün gelişmiş hiçbir ülkesinde böyle “duygusal” bir yasak yok. Ama bizde var. Sonunda duyguları yargılamaya kadar geldik. Bu, ordu muhtıralarının, Anayasa Mahkemesi’nin anayasayı çiğnemelerinin kaçınılmaz sonucu. Hukuksuzluklarını saklayabilmek için önlerine koydukları “Atatürk kalkanını” abartılı bir tabu haline getirmek zorundalar. Bunu yapabilmek için de, “en çok değer verdiklerini” söyledikleri lideri “hukuksuzluğun” sembolü haline dönüştürmekten kaçınmıyorlar. Devletin kurumları hukuk dışına çıktıkça... Askeri, yargıcı, rektörü hep birlikte “hukuk dışı” ittifaklar kurdukça... Bu tuhaflıklar da sürecek. Sadece devleti çökertmekle kalmayacaklar...(...)
Ama umurlarında değil. Halktan öylesine nefret ediyorlar, halkı öylesine küçümsüyorlar ki o insanların kendi ülkelerinin geleceğinde söz sahibi olmalarını engelleyebilmek için her şeyi yaparlar. Yapıyorlar da zaten. Şu son zamanlarda yaşadıklarımızın amacının başka ne olduğunu sanıyorsunuz?
Taraf, 13 Haziran 2008
|