CHP’nin Kanaltürk’ün sahibi Tuncay Özkan’la imzaladığı sözleşme, basın etiği açısından haklı olarak eleştiriliyor.
Bir siyasi partinin bir yayın organıyla verdiği para karşılığında kendi haberlerini yayınlatmak, partinin adamlarını konuşturmak ve parti politikası doğrultusunda yayın yaptırmak için alenen ve resmen sözleşme imzalaması neresinden bakarsanız bakın tam bir skandal.
Bu hem bir siyasi parti olarak CHP açısından; hem de “bağımsız” olduğunu iddia eden bir basın-yayın organı olarak Kanaltürk açısından; yani hem siyasi ahlak hem de basın ahlakı açısından kabul edilemez bir durum. Ama bu skandalın bir de siyasi yanı var ki, meselenin bu yanına baktığımızda, yaşadığımız dönemde Türkiye’nin, geçmişteki bütün darbe dönemlerinden ne kadar farklı bir yerde olduğunu daha iyi görüyorsunuz.
Geçenlerde Taha Kıvanç, 12 Eylül’ü hemen izleyen günlerde o zamanın önemli gazetelerindeki kimi “duayenler”den ibret-i alem bazı alıntılar yayınladı. Aslına bakılırsa bu durumun; yani basının büyük çoğunluğuyla darbeci güçlere teslim oluşunun, sadece 12 Eylül’e has bir durum olmadığını da biliyoruz.
27 Mayıs’tan başlayarak Türkiye’deki bütün darbeler basının güçlü desteğini aldılar. Tersten söylersek, darbeciler basının ezici çoğunluğunu yanlarına çekmeden, en azından tarafsızlaştırmadan darbeye kalkışmaya cesaret edemediler. Medya, her zaman darbe koşullarının hazırlanmasında en belirleyici faktör oldu. İktidarı indirmek için önce ülkeyi destabilize etmek; toplumsal iklimi değiştirmek; halkı büyük tehlikelerin kapıda olduğuna inandırmak gerekiyordu ve yaşadığımız bütün darbelerde bu psikolojik hazırlık aşaması medya sayesinde başarıldı. Kamuoyunun korkutulması, yanlış enforme edilmesi, manipülasyonu, hep basın aracılığıyla sağlandı. Öcü masallarının senaryoları başka yerlerde kotarıldı belki ama, “anlatıcı” hep medyaydı.
Şimdi baktığımızda ise, darbecilerin o eski günleri çok özlediklerini tahmin etmek zor değil. Zira artık Türkiye sadece birkaç yayın organının borusunun öttüğü bir ülke değil. Hem yazılı hem görsel basında, çok geniş bir yelpazeye yayılmış, kendi içinde farklılaşmış, çok seslilik kazanmış, gelişmiş bir medya dünyası ile karşı karşıyayız.
Bu tablo sayesindedir ki, son on yıldır basın eliyle gerçekleştirilmeye çalışılan her türlü provokasyon denemesi boşa çıkıyor; her türlü manipülatif haber anında yalanlanıp kitlelerin kandırılması önleniyor.
Yalancı çobanların mumu yatsıya kadar bile yanamıyor.
Hatırlayın; Danıştay Baskını’nın ertesi günü, bir kısım basın olayı doğrudan hükümetin üstüne yıkmaya çalışıyor; olay dincilerin laikliğe karşı saldırısı şeklinde sunuluyor ama bu balon başka yayın organları tarafından birkaç günde patlatılıyor. Şemdinli olaylarının iç yüzü, Dağlıca baskınındaki gariplikler yine bu basın tarafından su yüzüne çıkarılıp darbe senaryoları boşa çıkarılıyor. Halk, basındaki bu çeşitlilik sayesinde ABD’de tezgahlanan Hudson Senaryosu’ndan haberdar oluyor. Ergenekon çetesinin ipliği yine özgür basın sayesinde pazara çıkarılıyor. Bir gün bir gazetede “hasta muayene etmeyi reddeden kadın hekim” haberi çıkıyor; ertesi günü bir başka yayın organında haberin yalan olduğu anlaşılıyor. Asılsız içki yasağı haberlerinin ömrü de ancak birkaç gün sürüyor.
Dolayısıyla askeri darbe lehine bir kamuoyu da bir türlü oluşamıyor.
Evet, bugün demokratik rejimin en önemli güvencelerinden biri çeşitlenmiş ve çok sesli bir hal almış bir medyaya sahip oluşumuzdur.
İşte ben, CHP’nin Kanaltürk’ün yayın çizgisini para karşılığı kontrol etmeye çalışmasını bu aczin bir ifadesi olarak görüyor ve o yüzden de bu skandalın ortaya çıkmasına seviniyorum. Anti-demokratik güçlerin doğal destekçileri o kadar azaldı ki, parasını bastırıp televizyon satın almak zorunda kalıyorlar artık.
Ehh, parasıyla televizyonculuk da bu kadar oluyor işte...
Birilerinin geçmişin “biat basını” günlerini ne kadar özlediğini tahmin etmek hiç zor değil.
Bugün, 6 Haziran 2008
|