Sessiz, boyun eğen, sadece umut eden politikalar “otoriterleşme süreçlerini normalleştirmek”ten başka işe yaramazlar…
Dün bu sözlerle bitirmiştik yazıyı…
Kastımız AK Parti’ydi.
Siyasi krizin birinci elden mağduru ve krizden çıkışın “zorunlu taşıyıcısı” olarak AK Parti’nin “demokratik cesaret ve demokratik sorumluluk”tan uzak durmasının topluma ve ülkeye bedel ödeteceğini söylemiştik…
Bu konuda tek mayınlı alan AK Parti’nin devlete karşı titrek politikaları değildir.
Ülke çapında demokrasi fikri ve mücadelesini siyasi iktidarın sokağa karşı izlediği despot tavırlar da tahrip etmektedir.
Zira, krizden çıkışta ve demokrasi mücadelesinde demokratik sorumluluk ve cesaret kadar, toplumsal zemin ve meşruiyet de belirleyecidir..
AK Parti bugün bu zemini tüketmek, bu meşruiyeti imha etmekle meşguldur…
Nasıl?
Baskı altında kalan, muhtıra yiyen, buna demokratik bir sesle itiraz ettiği oranda siyasi alanın ve değişimin taşıyıcısı, hatta “o andaki simgesi” haline gelen siyasi aktöre, yani AK Parti’ye verilen desteğin nasıl bir sonuç yarattığını 22 Temmuz seçimlerinde gördük.
AK Parti her iki kişiden birinin desteğine, “otoriterlik, keyfilik ve zorbalık” karşısında siyaseti ve değişimi simgelediği için kavuştu.
Bugün de Nisan 2007’ye benzer bir tablo var karşımızda.
AK Parti, seçimlerden 8 ay sonra, yeniden ve daha keskin bir keyfilik ve otoriterlik saldırısına maruz kaldı. Bu durum sadece AK Parti’yi değil tüm ülkeyi kuşatan bir blokaj ve belirsizlik hali doğurdu. Yasama ve yürütme adeta hacir altına girdi, yargı ise kendisini buyük bir siyasi baskının altında buldu.
Riskler ciddi ve büyük: Siyasi alanın yeniden daralması, değişim sürecinin ciddi bir şekilde sekteye uğraması, ekonomik, toplumsal ve siyasi istikrarsızlık…
Türkiye ve AK Parti bu durumun altından 22 Temmuz’da olduğu gibi kalkabilir mi?
Kolay değil…
Bu kez bir vesile, örneğin bir seçim yok, “tasfiye süreci” askeri değil, yargısal, bizatihi bir meşruiyet üzerine oturuyor…
Kaldı ki AK Parti’nin siyasi cesaret açısından pek eski hali de yok, oldukça durgun bir politika izliyor.
Başbakan kapalı kapılar arkasında söylediğini, yani yol haritasını açık ve şeffaf bir şekilde toplumla paylaşma, bu yolla demokratik beklenti ve ruh halini üst düzeyde tutma niyeti bile taşımıyor.
Ama asıl büyük sorun AK Parti’nin başka alanlarda izlediği politikanın topluma, en azından toplumun hatırı sayılır bir kesimine “iki otoriter anlayış arasında sıkışma, demokrasi açısından umutsuzluk duygusu vermesi”dir.
Nitekim son günlerde yargısal darbe sürecinden çok AK Parti eleştirilir hale gelmiş durumda. Öylesine ki yaşanan krizde AK Parti’nin sorumluluğu artan oranda aranıyor, dahası AK Parti’nin demokratik desteği hakketmediği, demokrak mücadeleyi taşıyamayacağı inancı yayılıyor.
Bu ruh hali, en çok, sayıca az ama etki açısından hatırı sayılır bir önem arzeden, toplumsal tepkilerin “meşruiyet manivelası” sayılabilecek sol ve liberal kanaat önderlerinde öne çıkıyor.
Nedenler ortada: Siyasi iktidarın 1970’leri akla getirmesi, polis devleti görüntüsü vermesi ve bunda her açıklamayla ısrar etmesi, kadından bedene uzanan tutucu tavrını fütursuzca dışa vurması, işçi sendikalarıyla atışması, 1 Mayıs’la sembolik kavgaya girişmesi, Kürt sorununda devletleşmiş bir hatta ilerlemesi…
Sonuç: Demokratik çıkışa inancın azalması, daha önemlisi demokratik mücadele yönünde bezginlik yaratılması…
AK Parti’nin “despot yüzü” işte bunları üretiyor…
Söylemiştik, tekrar söyleyelim:
Sorun hepimizin sorunudur ve Türkiye’nin “Şemdinli’nin pazarlıkçı ve silik AK Parti”ye değil, “28 Nisan 2007’nin demokratik meydan okumayı bilen AK Parti”ye ihtiyacı bulunmaktadır.
Yeni Şafak, 9 Mayıs 2008
|