Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Mayıs 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Restorasyon planının hedefi yine halk

Siyaset sosyolojisi, çeşitli sınıf ve zümrelerle politika arasındaki ilişkiyi inceler. Bu açıdan Türkiye’nin 85 yıllık hikâyesini ‘sadece bir cümleye’ indirgersek, şöyle diyebiliriz: “Cumhuriyet kurulduğunda yüzde 15 civarındaki kentli nüfusun, 2000’li yıllarda yüzde 75’e ulaşmasıyla ortaya ciddi yapısal sıkıntılar çıkmıştır.”

Silahlı bürokrasinin, sivil bürokratları, aydınları ve Anadolu eşrafını yanına alarak kurduğu siyasi yapı 1950’ye kadar idare etti. Ama sonra aksamaya başladı.

Siyasi sistem; tarımdaki kapitalistleşme, sanayileşme ve iç göçle ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara cevap veremiyordu.

Bürokratik elit bu ihtiyaçlara 1960 darbesiyle çözüm bulmaya çalıştı. İmtiyazlı pozisyonu sürdürebileceği yeni bir siyasi ortam yarattı: 1961 Anayasası.

Yeni düzenleme 1970’lerde tekrar tıkandı. Bu kez de 1980 darbesi yapıldı. Hedef aynıydı: Toplumu bir miktar rahatlatırken, kendi konumunu korumak... 1982 Anayasası bu arayışa bulunan çözümdü.

Ancak çevreden merkeze, yani toplumdan devlete yönelen baskı devam ediyordu. Bu kez başvurulan çözüm “açık” değil, “üstü örtülü” 28 Şubat (1997) darbesiydi.

Bir ara toparlama yaparsak: Tüm bu dönemlerin ortak noktası “restorasyon” idi.

Yani askeri bürokrasinin öncülüğünü yaptığı devlet eliti, müttefikleriyle birlikte, “eski yapıda bozulmuş, yıkılmış olan bölümleri, yapının aslını bozmadan” onarmaya çalışıyordu.

2000’li yıllarda, siyasî yapıyı zorlayan kapitalistleşme, orta sınıflaşma gibi faktörlere bir yenisi daha eklendi: Küreselleşme.

Turgut Özal’ın ektiği serbest piyasa tohumları, bürokratik elitin ve müttefiklerinin karşısına yeni bir siyasî rakip çıkarmıştı: Bir yandan küresel düşünen, Avrupa Birliği’ne girmeyi isteyen, ama geleneksel değerlerini de terk etmeyen Anadolu sermayesi ve onun temsilcisi olan AKP.

İşte bugün yaşadığımız krizin siyaset sosyolojisi açısından öyküsü kabaca böyle bir şey.

Bugün bürokratik elitin amacı, bir kez daha restorasyon yapmak. Hedef: Çevre güçlerini dağıtmak ve ulaştığı pozisyonlardan atmak... Bunun için de birkaç aşamalı bir planları var:

İlk adım: Partiyi kapatıp liderini siyasi yasaklı hale getirerek milletvekillerini başsız bırakmak.

İkinci adım: Partinin başına bürokratik elitin sözünü dinleyecek, onun çizdiği sınırların dışına çıkmayacak bir kişinin gelmesini sağlamak.

Üçüncü adım: Cumhurbaşkanını istifaya zorlamak ya da makamından indirmek.

Dördüncü adım: Anayasa ve kurumlarda çeşitli değişiklikler yaparak, 10 ila 15 yıllık bir süre daha kazanmak.

“ Malezya gibi olacağız ... Başımızı zorla örtmelerinden korkuyoruz ... Mahalle baskısı var ... Ülke muhafazakarlaşıyor ... Yüzde 47 oyla her şeyi yapacaklarını sandılar ... Üniversitede türbana serbestlik laikliğe aykırıdır ...”

Bu ve benzeri söylemlerin amacı, yukarıda saydığım dört aşamalı restorasyon planına meşruiyet sağlamaktır.

Demokrasiye, hukuk devletine, Avrupa Birliği’ne karşı olduğu için; ben de bu plana karşıyım!

Sabah, 9 Mayıs 2008

Emre AKÖZ

10.05.2008


 

Ben o rüyadan uyandım, yoksa siz hâlâ uyuyor musunuz?

Trabzon’da yedeksubaydım 1968’de. İngilizce bildiğim için Boztepe’deki Amerikan üssünün dış güvenliğinden sorumlu takım komutanlığına getirilmiştim.

Çok rahat bir askerlikti.

Ama uzun sürmedi.

1968’in baharında üniversite işgalleri başlamıştı. İstanbul’da Deniz Gezmiş devrimci gençlik lideri olarak sivriliyordu. Trabzon’da yeni kurulmuş Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde de öğrenciler kıpırdanıyordu.

Bir gün gazete manşetleri patladı:

İstanbul’da devrimci gençler, Amerikan Altıncı Filosu’nun denizcilerini kovalayıp Dolmabahçe’den denize dökmüşlerdi.

Heyecan dalgası, Trabzon’u da hareketlendirdi. Bir grup öğrenci Boztepe’ye, üssün önüne geldi. Amerikan emperyalizmini protesto ettiler.

Ben de askeri üssün kapısına dizdim, ama gençleri dağıtmak için herhangi bir girişimde bulunmadım. Bu tavrım anlaşılan ‘yumuşak’ bulunmuş ve Kolordu’ya rapor edilmiş...

Böylece solculuğum tescil edilmiş olmalı ki, ertesi gün Amerikan üssünün takım komutanlığından alınıp Kolordu’da bir başka göreve atandım.

1969’da askerlik biter bitmez soluğu Ankara’da Devrim dergisinde, Doğan Avcıoğlu’nun yanında aldım.

Ben de artık ‘devrimci’ydim.

Askeri kışkırtacak, bunun için ‘devrimci gençleri’ kullanacak ve bir darbeyle ‘cici demokrasi’yi sona erdirdikten sonra ‘devrim yolu’ önümüzde açılacaktı.

Gençlik önderlerinin büyük çoğunluğu bize inanıyordu. “Önce demokratik devrim, sonra sosyalist devrim” diyerek, bir durağa kadar bizlerle birlikte olduklarını saklamıyorlardı.

Bir başka deyişle:

Onlar bizi kullanıyordu, biz de onları!

Herkes şiddetten yanaydı.

İktidar namlunun ucundaydı.

1969’da, 1970’de yayımlanan bazı kitapları anımsıyorum. Birinin adı, 1969’da çıkan ‘Gerilla Savaşı ve Marksizm’di. Silahlı mücadeleyi, kır gerillacılığını yücelten bir kitaptı.

Regis Debray’ın Küba devrimiyle Fokoculuğu, yani kır gerillacılığını bayraklaştıran ‘Devrim İçinde Devrim mi?’ isimli kitabı da çok tutulmuştu.

Bir başka kitap ‘Şehir Gerillası’ydı. Kapağında kurşun deliğini andıran delikler olduğu için gençler arasında ‘üç delikli’ diye anılan bu kitap adeta bir kılavuz niteliğine bürünmüştü.

Sonunda dağa çıkanlar, dağda ölenler oldu. Şehir gerillacılığına soyunup kendi kaderine koşanlar oldu. Deniz Gezmiş’ler gibi, asker darbe yönetimi tarafından idam sehpasına gönderilenler oldu.

Büyük acılar yaşandı.

Ve ne hazindir ki bütün bu acıların, darbelerin, devrimci gençlik kesiminde yaşananların, hiçbir şeyin hesabı yıllar içinde sorulmadı.

Özeleştiriler yapılmadı.

Sorgulanmadı günahlar.

Yüzleşme diye bir şey yaşanmadı.

Onun içindir ki olgunlaşamadık!

Demokrasi yolunda doğru dürüst mesafe alamadık. Ve daha hâlâ ‘günahlar’ işleniyor. Bugün de var, darbe ortamları yaratmak için her türlü oyun ve provokasyon içinde olanlar...

Son sözüm, Karl Popper’in ‘Açık Toplum ve Düşmanları’ isimli kitabından:

“Akılcılığın, eleştirici düşüncelere kulak vermeye ve sınamalardan bir şeyler öğrenmeye hazır olmak tutumu olduğunu söyleyebiliriz. Bu temelde, ‘Ben haksız olabilirim ve sen haklı olabilirsin ve çaba göstererek belki doğruluğa daha çok yaklaşırız’ diyebilme tutumudur.

Bilim de yanılabilir.

Çünkü bilim bir insan ürünüdür.

Daha önemlisi:

Bilim, düşüncenin görevinin şiddet ve savaş yoluyla değil de, eleştirici tartışmalar yoluyla devrimler yapmak olduğunu ve yüce Batılı akılcılık geleneğimizin, savaşlarımızı kılıçlarla değil, kalemlerle yapmamızı gerektirdiğini gösterebilir.”

Popper böyle diyor.

Bir zamanlar ben de ‘kılıç’ın peşindeydim. Zora, şiddete ve silaha inanıyordum. Ben o korkunç rüyadan, kabustan uyanalı çok oldu.

Siz hâlâ uyuyor musunuz yoksa?..l

Milliyet, 9 Mayıs 2008

Hasan CEMAL

10.05.2008


 

Batı, Kemalizm ve muhafazakâr ‘çevre’

Geçen hafta Washington Post’un bir başyazısı ‘laik fakat antidemokratik’ kesimlerin Türkiye’de demokrasiyi nasıl tehdit ettiğini anlatırken Oxford Üniversitesi’ndeki bir konuşmasında Olli Rehn ‘ulusalcı otokrasi’ yanlıları ile liberal demokratlar arasındaki büyük mücadelede AB’nin tarafsız kalmayacağının altını çiziyordu.

Batı’nın Türkiye siyasetine bakışını yansıtan bu iki örnekten çıkan sonuç son derece basit: Kemalist-ulusalcı blok, tarihsel müttefikleri olan “Batı’yı kaybetmiş” durumda. Batı uzun yıllar Türkiye’ye oryantalist bir gözle baktı. Türkiye gibi geleneksel bir İslam toplumunda laikçi-Kemalistleri ‘modernleştirici’ bir grup olarak gördüler. Ne de olsa bunlar Batı’ya öykünüyor, Batı yönelimli dış politika izliyor, Batı toplumlarını model alıyorlardı.

Aslında Kemalistler için Batı ve Batılılaşma, geleneksel toplumdan ‘farklılaşma’nın sembollerini ve kültür kodlarını üretmenin araçlarından ibaretti. Bu ‘farklılık’ bilinciyle de ‘geleneksel toplum’ üzerinde önce kültürel, sonra da ‘siyasal’ bir hegemonya kurmak amaçlanıyordu. Bir başka ifadeyle ‘Batı/Batılılaşma’ toplumsal ‘denetim’i mümkün kılan bir araçtı. Geleneksel kesimleri ‘yaban’laştıran ve yabanlaştırdığı ölçüde de ‘yönetim hakkı’nın dışına iten son derece etkili, ‘sembolik dışlayıcılık’ işlevi gören mekanizmaydı Batılılaşma.

Hani hep anlatılır, cumhuriyetin ilk yıllarında Anadolu şehirlerinde düzenlenen klasik müzik konserleri, bale gösterileri, balolar... Eşrafın katılımının neredeyse zorunlu olduğu böyle bir konserin ardından bir vatandaşın, ‘Bayburt, Bayburt olalı böyle zulüm görmedi.’ sözü, bir efsane gibi dolanır yıllardır. Ama sadece Bayburt için değil, bu öykü neredeyse tüm Anadolu şehirlerine atfen söylenir. Bu bir tesadüf olabilir mi? Amaç, ‘klasik müziği’ 1930’larda halka anlatmak değildir; halkın bunları anlamadığının altını çizmektir. Böylece yönetici elitlerin ‘kültürel üstünlüğü’ belirtilmiş olmaz sadece; cahil, ‘kültürsüz’ bir halka karşı yönetici elitlerin ‘yönetim hakkı’nın sorgulanamazlığı da sağlanır. Laikçi-Kemalistlerin Batı düşkünlüğünün böyle bir işlevi, ‘fayda’sı vardı; şekilsel bir ‘Batılılık’ adına geleneksel toplumu yeni kültürel sembollerle yabancılaştırarak ‘yönetici merkez’den dışlamak. Hâlâ bu yöntemi işletmeye çalışıyorlar: ‘Cumhurbaşkanı’nın eşi nasıl başörtülü olabilir? Başörtülü birisi Türkiye’yi nasıl temsil edebilir?’ itirazları tam da bunu anlatır; yönetim, belli bir yaşam biçimine geçmiş yurttaşların hakkıdır. Bu şekilde geleneksel veya muhafazakâr kesimleri yönetimden/iktidar merkezinden dışlamanın aracı olarak kullanıldı Batılılaşma.

Fakat bu hikâye artık bir şey anlatmıyor, bitti. Biteli de neredeyse tam on yıl oluyor. 1999’da AB süreci Batılılaşmayı ‘kültürel bir dönüşüm ve denetim’ projesi olmaktan çıkardı; tam da tersine ona, devlet-toplum ilişkilerini demokratikleştirici, toplumun devleti denetlemesine imkân veren ‘siyasal’ bir içerik kazandırdı. Laikçi-Kemalistlerin de Batı rüyası bitti.

Eskinin Batıcıları Kemalistler bugünün en sert AB düşmanlarına dönüşüverdiler. Sebebi basitti; Türkiye’nin bu süreçte ilerlemesi, kurdukları bürokratik oligarşik düzene son verecekti çünkü. Korktular ve içe kapanmaya yöneldiler.

Muhafazakâr kesimler ise tam da bu işlevi nedeniyle AB’ye evet demeye başladılar. Muhafazakâr ‘çevre hareketi’nin AB talebi, aslında bürokratik oligarşiye karşı daha fazla demokrasi arayışından başka bir şey değil. Kemalist-ulusalcı seçkinlerin toplumsal, siyasal ve hatta ekonomik denetiminden bir kaçış imkânı AB süreci...

Gözden kaçmadı bu yeni ‘pozisyonlar’. Batılılar Türkiye’de değişime, AB üyeliğine, daha ileri demokrasiye direnen kesimlerin geleneksel/muhafazakâr toplum kesimleri değil, aksine ‘eski müttefikleri’ olduğunu gördüler. Ve laikçi Kemalistlerle Batı arasındaki ‘tarihsel blok’ böylece çöktü. Batı, Türkiye’nin ‘yeni ilericiler’inin demokratlaşan muhafazakârlar olduğunun farkında. Bu nedenle de tarafsız değiller. Muhafazakâr ‘çevre’ ile Batı arasındaki bu yeni ilişki biçimi ‘tarihî bir kırılma’ya işaret ediyor; modern İslami kimliğin ‘Batı karşıtlığı’ üzerine kurulması gerekmediğine, İslam’la Batı’nın ‘büyük barış’ına...

Zaman, 9 Mayıs 2008

İhsan DAĞI

10.05.2008


 

Despotluk ve bezginlik…

Sessiz, boyun eğen, sadece umut eden politikalar “otoriterleşme süreçlerini normalleştirmek”ten başka işe yaramazlar…

Dün bu sözlerle bitirmiştik yazıyı…

Kastımız AK Parti’ydi.

Siyasi krizin birinci elden mağduru ve krizden çıkışın “zorunlu taşıyıcısı” olarak AK Parti’nin “demokratik cesaret ve demokratik sorumluluk”tan uzak durmasının topluma ve ülkeye bedel ödeteceğini söylemiştik…

Bu konuda tek mayınlı alan AK Parti’nin devlete karşı titrek politikaları değildir.

Ülke çapında demokrasi fikri ve mücadelesini siyasi iktidarın sokağa karşı izlediği despot tavırlar da tahrip etmektedir.

Zira, krizden çıkışta ve demokrasi mücadelesinde demokratik sorumluluk ve cesaret kadar, toplumsal zemin ve meşruiyet de belirleyecidir..

AK Parti bugün bu zemini tüketmek, bu meşruiyeti imha etmekle meşguldur…

Nasıl?

Baskı altında kalan, muhtıra yiyen, buna demokratik bir sesle itiraz ettiği oranda siyasi alanın ve değişimin taşıyıcısı, hatta “o andaki simgesi” haline gelen siyasi aktöre, yani AK Parti’ye verilen desteğin nasıl bir sonuç yarattığını 22 Temmuz seçimlerinde gördük.

AK Parti her iki kişiden birinin desteğine, “otoriterlik, keyfilik ve zorbalık” karşısında siyaseti ve değişimi simgelediği için kavuştu.

Bugün de Nisan 2007’ye benzer bir tablo var karşımızda.

AK Parti, seçimlerden 8 ay sonra, yeniden ve daha keskin bir keyfilik ve otoriterlik saldırısına maruz kaldı. Bu durum sadece AK Parti’yi değil tüm ülkeyi kuşatan bir blokaj ve belirsizlik hali doğurdu. Yasama ve yürütme adeta hacir altına girdi, yargı ise kendisini buyük bir siyasi baskının altında buldu.

Riskler ciddi ve büyük: Siyasi alanın yeniden daralması, değişim sürecinin ciddi bir şekilde sekteye uğraması, ekonomik, toplumsal ve siyasi istikrarsızlık…

Türkiye ve AK Parti bu durumun altından 22 Temmuz’da olduğu gibi kalkabilir mi?

Kolay değil…

Bu kez bir vesile, örneğin bir seçim yok, “tasfiye süreci” askeri değil, yargısal, bizatihi bir meşruiyet üzerine oturuyor…

Kaldı ki AK Parti’nin siyasi cesaret açısından pek eski hali de yok, oldukça durgun bir politika izliyor.

Başbakan kapalı kapılar arkasında söylediğini, yani yol haritasını açık ve şeffaf bir şekilde toplumla paylaşma, bu yolla demokratik beklenti ve ruh halini üst düzeyde tutma niyeti bile taşımıyor.

Ama asıl büyük sorun AK Parti’nin başka alanlarda izlediği politikanın topluma, en azından toplumun hatırı sayılır bir kesimine “iki otoriter anlayış arasında sıkışma, demokrasi açısından umutsuzluk duygusu vermesi”dir.

Nitekim son günlerde yargısal darbe sürecinden çok AK Parti eleştirilir hale gelmiş durumda. Öylesine ki yaşanan krizde AK Parti’nin sorumluluğu artan oranda aranıyor, dahası AK Parti’nin demokratik desteği hakketmediği, demokrak mücadeleyi taşıyamayacağı inancı yayılıyor.

Bu ruh hali, en çok, sayıca az ama etki açısından hatırı sayılır bir önem arzeden, toplumsal tepkilerin “meşruiyet manivelası” sayılabilecek sol ve liberal kanaat önderlerinde öne çıkıyor.

Nedenler ortada: Siyasi iktidarın 1970’leri akla getirmesi, polis devleti görüntüsü vermesi ve bunda her açıklamayla ısrar etmesi, kadından bedene uzanan tutucu tavrını fütursuzca dışa vurması, işçi sendikalarıyla atışması, 1 Mayıs’la sembolik kavgaya girişmesi, Kürt sorununda devletleşmiş bir hatta ilerlemesi…

Sonuç: Demokratik çıkışa inancın azalması, daha önemlisi demokratik mücadele yönünde bezginlik yaratılması…

AK Parti’nin “despot yüzü” işte bunları üretiyor…

Söylemiştik, tekrar söyleyelim:

Sorun hepimizin sorunudur ve Türkiye’nin “Şemdinli’nin pazarlıkçı ve silik AK Parti”ye değil, “28 Nisan 2007’nin demokratik meydan okumayı bilen AK Parti”ye ihtiyacı bulunmaktadır.

Yeni Şafak, 9 Mayıs 2008

Ali BAYRAMOĞLU

10.05.2008


 

Patinaj ve bıkkınlık

Son bir hafta içinde epeydir görmediğim çok sayıda insanla konuştum. Hepsi de Can Paker’in deyimi ile “Türkiye’nin gelecekteki partisi”nin doğal üyesi olan insanlar...

Daha önceki karşılaşmalarımızda, genellikle şöyle olurdu: Sohbetin ilk yarısı “Ne var ne yok”la; görüşemediğimiz süre içinde hayatımızda olup bitenleri birbirimize aktarmakla geçer, ikinci yarıda mutlaka o kaçınılmaz soru, “ne olacak bu memleketin hali” sorusu gündeme gelir; politik tartışmalara geçilirdi. Dikkatimi çekti; bu defa öyle olmadı. Sohbetlerimizin geleneksel ikinci bölümü pek açılmadı. Yıllardır politikayı yakından izleyen, eleştiren, taraf olan, analiz yapan bu insanlar artık bu “kısırdöngü” den bıkmış gibiler.

Ne takip etmek, ne de üzerine konuşmak içlerinden gelmiyor. Son kapatma davası, epeydir biriken bıkkınlığı susma noktasına getiren bir etki yaratmış. Her şeyin nafile olduğu gibi bir duygu gelmiş üzerlerine. Konuşsak ne olacak, tartışsak ne olacak, hatta yeniden sandığa gidip oy versek ne olacak...

İşte sonunda bir savcı çıkıp bir iddianameyle her şeyi altüst etmiyor mu... havasındalar. Sadece kapatma davası değil, Türkiye’nin yakın geçmişte sıcak bir biçimde gündeminde olan her konunun can sıkıcı bir kısır döngüye girmiş olmasının etkisi var bu bıkkınlık halinde. Türban meselesinde siyasetin bittiği noktadayız. Artık söylenebilecek yeni bir söz kalmadı. İşin kötüsü yapacak bir şey de kalmadı. Hükümet üstüne düşeni yaptı; Meclis üstüne düşeni yaptı; ama çözüm olmadı. Türban konusu şu anda hiçbir zaman olmadığı kadar belirsiz ve askıda... Ve tabii insanlar hayalkırıklığı içinde: Artık neyi tartışacak, neyi konuşacağız? Kürt meselesinde de aynı patinajı yaşıyoruz. Karşılıklı aynı argümanlar tekrarlanıyor; aynı itirazlar yapılıyor, ama bir ilerleme yok. Ne tartışmalarda bir derinleşme; ne icraatta yeni bir ufuk, yeni bir yaklaşım...

Sonuç; bu patinaj karşısında duyulan bıkkınlık ve uzaklaşma; “ne haliniz varsa görün” tavrı... Benim görebildiğim, militan kesimler dışında büyük çoğunluğun şu aralar böyle bir ruh hali içinde olduğu. Bu bıkkınlık ve ilgisizlik halinin en kötü taraflarından biri de nedir biliyor musunuz?

Haklı- haksız ayrımı yapmaya bile üşenir hale getirir insanları. Çoğu insan sebebi umursamaz olur; zaten gelişmeleri yeterince izlemez olduğundan sebep-sonuç ilişkilerinin ucunu da kaçırır; sadece sonuca sinirlenir. Kendini tümüyle olayın dışına çekip; herkesten aynı şekilde uzaklaşarak, herkese aynı şekilde kızarak siyaset sınıfını kendi aralarında didişmek üzere baş başa bırakır. Tabii, toplumdaki bu ruh hali her zaman mağdurun değil, mağdur edenin; haklının değil haksızın işine yarar. O yüzden de geniş kitlenin hakemlikten çekilmesinden en fazla haklı olanların korkması gerekir.

Bugün, 9 Mayıs 2008

Gülay GÖKTÜRK

10.05.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler