Siyaset sosyolojisi, çeşitli sınıf ve zümrelerle politika arasındaki ilişkiyi inceler. Bu açıdan Türkiye’nin 85 yıllık hikâyesini ‘sadece bir cümleye’ indirgersek, şöyle diyebiliriz: “Cumhuriyet kurulduğunda yüzde 15 civarındaki kentli nüfusun, 2000’li yıllarda yüzde 75’e ulaşmasıyla ortaya ciddi yapısal sıkıntılar çıkmıştır.”
Silahlı bürokrasinin, sivil bürokratları, aydınları ve Anadolu eşrafını yanına alarak kurduğu siyasi yapı 1950’ye kadar idare etti. Ama sonra aksamaya başladı.
Siyasi sistem; tarımdaki kapitalistleşme, sanayileşme ve iç göçle ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara cevap veremiyordu.
Bürokratik elit bu ihtiyaçlara 1960 darbesiyle çözüm bulmaya çalıştı. İmtiyazlı pozisyonu sürdürebileceği yeni bir siyasi ortam yarattı: 1961 Anayasası.
Yeni düzenleme 1970’lerde tekrar tıkandı. Bu kez de 1980 darbesi yapıldı. Hedef aynıydı: Toplumu bir miktar rahatlatırken, kendi konumunu korumak... 1982 Anayasası bu arayışa bulunan çözümdü.
Ancak çevreden merkeze, yani toplumdan devlete yönelen baskı devam ediyordu. Bu kez başvurulan çözüm “açık” değil, “üstü örtülü” 28 Şubat (1997) darbesiydi.
Bir ara toparlama yaparsak: Tüm bu dönemlerin ortak noktası “restorasyon” idi.
Yani askeri bürokrasinin öncülüğünü yaptığı devlet eliti, müttefikleriyle birlikte, “eski yapıda bozulmuş, yıkılmış olan bölümleri, yapının aslını bozmadan” onarmaya çalışıyordu.
2000’li yıllarda, siyasî yapıyı zorlayan kapitalistleşme, orta sınıflaşma gibi faktörlere bir yenisi daha eklendi: Küreselleşme.
Turgut Özal’ın ektiği serbest piyasa tohumları, bürokratik elitin ve müttefiklerinin karşısına yeni bir siyasî rakip çıkarmıştı: Bir yandan küresel düşünen, Avrupa Birliği’ne girmeyi isteyen, ama geleneksel değerlerini de terk etmeyen Anadolu sermayesi ve onun temsilcisi olan AKP.
İşte bugün yaşadığımız krizin siyaset sosyolojisi açısından öyküsü kabaca böyle bir şey.
Bugün bürokratik elitin amacı, bir kez daha restorasyon yapmak. Hedef: Çevre güçlerini dağıtmak ve ulaştığı pozisyonlardan atmak... Bunun için de birkaç aşamalı bir planları var:
İlk adım: Partiyi kapatıp liderini siyasi yasaklı hale getirerek milletvekillerini başsız bırakmak.
İkinci adım: Partinin başına bürokratik elitin sözünü dinleyecek, onun çizdiği sınırların dışına çıkmayacak bir kişinin gelmesini sağlamak.
Üçüncü adım: Cumhurbaşkanını istifaya zorlamak ya da makamından indirmek.
Dördüncü adım: Anayasa ve kurumlarda çeşitli değişiklikler yaparak, 10 ila 15 yıllık bir süre daha kazanmak.
“ Malezya gibi olacağız ... Başımızı zorla örtmelerinden korkuyoruz ... Mahalle baskısı var ... Ülke muhafazakarlaşıyor ... Yüzde 47 oyla her şeyi yapacaklarını sandılar ... Üniversitede türbana serbestlik laikliğe aykırıdır ...”
Bu ve benzeri söylemlerin amacı, yukarıda saydığım dört aşamalı restorasyon planına meşruiyet sağlamaktır.
Demokrasiye, hukuk devletine, Avrupa Birliği’ne karşı olduğu için; ben de bu plana karşıyım!
Sabah, 9 Mayıs 2008
|