Trabzon’da yedeksubaydım 1968’de. İngilizce bildiğim için Boztepe’deki Amerikan üssünün dış güvenliğinden sorumlu takım komutanlığına getirilmiştim.
Çok rahat bir askerlikti.
Ama uzun sürmedi.
1968’in baharında üniversite işgalleri başlamıştı. İstanbul’da Deniz Gezmiş devrimci gençlik lideri olarak sivriliyordu. Trabzon’da yeni kurulmuş Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde de öğrenciler kıpırdanıyordu.
Bir gün gazete manşetleri patladı:
İstanbul’da devrimci gençler, Amerikan Altıncı Filosu’nun denizcilerini kovalayıp Dolmabahçe’den denize dökmüşlerdi.
Heyecan dalgası, Trabzon’u da hareketlendirdi. Bir grup öğrenci Boztepe’ye, üssün önüne geldi. Amerikan emperyalizmini protesto ettiler.
Ben de askeri üssün kapısına dizdim, ama gençleri dağıtmak için herhangi bir girişimde bulunmadım. Bu tavrım anlaşılan ‘yumuşak’ bulunmuş ve Kolordu’ya rapor edilmiş...
Böylece solculuğum tescil edilmiş olmalı ki, ertesi gün Amerikan üssünün takım komutanlığından alınıp Kolordu’da bir başka göreve atandım.
1969’da askerlik biter bitmez soluğu Ankara’da Devrim dergisinde, Doğan Avcıoğlu’nun yanında aldım.
Ben de artık ‘devrimci’ydim.
Askeri kışkırtacak, bunun için ‘devrimci gençleri’ kullanacak ve bir darbeyle ‘cici demokrasi’yi sona erdirdikten sonra ‘devrim yolu’ önümüzde açılacaktı.
Gençlik önderlerinin büyük çoğunluğu bize inanıyordu. “Önce demokratik devrim, sonra sosyalist devrim” diyerek, bir durağa kadar bizlerle birlikte olduklarını saklamıyorlardı.
Bir başka deyişle:
Onlar bizi kullanıyordu, biz de onları!
Herkes şiddetten yanaydı.
İktidar namlunun ucundaydı.
1969’da, 1970’de yayımlanan bazı kitapları anımsıyorum. Birinin adı, 1969’da çıkan ‘Gerilla Savaşı ve Marksizm’di. Silahlı mücadeleyi, kır gerillacılığını yücelten bir kitaptı.
Regis Debray’ın Küba devrimiyle Fokoculuğu, yani kır gerillacılığını bayraklaştıran ‘Devrim İçinde Devrim mi?’ isimli kitabı da çok tutulmuştu.
Bir başka kitap ‘Şehir Gerillası’ydı. Kapağında kurşun deliğini andıran delikler olduğu için gençler arasında ‘üç delikli’ diye anılan bu kitap adeta bir kılavuz niteliğine bürünmüştü.
Sonunda dağa çıkanlar, dağda ölenler oldu. Şehir gerillacılığına soyunup kendi kaderine koşanlar oldu. Deniz Gezmiş’ler gibi, asker darbe yönetimi tarafından idam sehpasına gönderilenler oldu.
Büyük acılar yaşandı.
Ve ne hazindir ki bütün bu acıların, darbelerin, devrimci gençlik kesiminde yaşananların, hiçbir şeyin hesabı yıllar içinde sorulmadı.
Özeleştiriler yapılmadı.
Sorgulanmadı günahlar.
Yüzleşme diye bir şey yaşanmadı.
Onun içindir ki olgunlaşamadık!
Demokrasi yolunda doğru dürüst mesafe alamadık. Ve daha hâlâ ‘günahlar’ işleniyor. Bugün de var, darbe ortamları yaratmak için her türlü oyun ve provokasyon içinde olanlar...
Son sözüm, Karl Popper’in ‘Açık Toplum ve Düşmanları’ isimli kitabından:
“Akılcılığın, eleştirici düşüncelere kulak vermeye ve sınamalardan bir şeyler öğrenmeye hazır olmak tutumu olduğunu söyleyebiliriz. Bu temelde, ‘Ben haksız olabilirim ve sen haklı olabilirsin ve çaba göstererek belki doğruluğa daha çok yaklaşırız’ diyebilme tutumudur.
Bilim de yanılabilir.
Çünkü bilim bir insan ürünüdür.
Daha önemlisi:
Bilim, düşüncenin görevinin şiddet ve savaş yoluyla değil de, eleştirici tartışmalar yoluyla devrimler yapmak olduğunu ve yüce Batılı akılcılık geleneğimizin, savaşlarımızı kılıçlarla değil, kalemlerle yapmamızı gerektirdiğini gösterebilir.”
Popper böyle diyor.
Bir zamanlar ben de ‘kılıç’ın peşindeydim. Zora, şiddete ve silaha inanıyordum. Ben o korkunç rüyadan, kabustan uyanalı çok oldu.
Siz hâlâ uyuyor musunuz yoksa?..l
Milliyet, 9 Mayıs 2008
|