Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Mayıs 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

Batı, Kemalizm ve muhafazakâr ‘çevre’

Geçen hafta Washington Post’un bir başyazısı ‘laik fakat antidemokratik’ kesimlerin Türkiye’de demokrasiyi nasıl tehdit ettiğini anlatırken Oxford Üniversitesi’ndeki bir konuşmasında Olli Rehn ‘ulusalcı otokrasi’ yanlıları ile liberal demokratlar arasındaki büyük mücadelede AB’nin tarafsız kalmayacağının altını çiziyordu.

Batı’nın Türkiye siyasetine bakışını yansıtan bu iki örnekten çıkan sonuç son derece basit: Kemalist-ulusalcı blok, tarihsel müttefikleri olan “Batı’yı kaybetmiş” durumda. Batı uzun yıllar Türkiye’ye oryantalist bir gözle baktı. Türkiye gibi geleneksel bir İslam toplumunda laikçi-Kemalistleri ‘modernleştirici’ bir grup olarak gördüler. Ne de olsa bunlar Batı’ya öykünüyor, Batı yönelimli dış politika izliyor, Batı toplumlarını model alıyorlardı.

Aslında Kemalistler için Batı ve Batılılaşma, geleneksel toplumdan ‘farklılaşma’nın sembollerini ve kültür kodlarını üretmenin araçlarından ibaretti. Bu ‘farklılık’ bilinciyle de ‘geleneksel toplum’ üzerinde önce kültürel, sonra da ‘siyasal’ bir hegemonya kurmak amaçlanıyordu. Bir başka ifadeyle ‘Batı/Batılılaşma’ toplumsal ‘denetim’i mümkün kılan bir araçtı. Geleneksel kesimleri ‘yaban’laştıran ve yabanlaştırdığı ölçüde de ‘yönetim hakkı’nın dışına iten son derece etkili, ‘sembolik dışlayıcılık’ işlevi gören mekanizmaydı Batılılaşma.

Hani hep anlatılır, cumhuriyetin ilk yıllarında Anadolu şehirlerinde düzenlenen klasik müzik konserleri, bale gösterileri, balolar... Eşrafın katılımının neredeyse zorunlu olduğu böyle bir konserin ardından bir vatandaşın, ‘Bayburt, Bayburt olalı böyle zulüm görmedi.’ sözü, bir efsane gibi dolanır yıllardır. Ama sadece Bayburt için değil, bu öykü neredeyse tüm Anadolu şehirlerine atfen söylenir. Bu bir tesadüf olabilir mi? Amaç, ‘klasik müziği’ 1930’larda halka anlatmak değildir; halkın bunları anlamadığının altını çizmektir. Böylece yönetici elitlerin ‘kültürel üstünlüğü’ belirtilmiş olmaz sadece; cahil, ‘kültürsüz’ bir halka karşı yönetici elitlerin ‘yönetim hakkı’nın sorgulanamazlığı da sağlanır. Laikçi-Kemalistlerin Batı düşkünlüğünün böyle bir işlevi, ‘fayda’sı vardı; şekilsel bir ‘Batılılık’ adına geleneksel toplumu yeni kültürel sembollerle yabancılaştırarak ‘yönetici merkez’den dışlamak. Hâlâ bu yöntemi işletmeye çalışıyorlar: ‘Cumhurbaşkanı’nın eşi nasıl başörtülü olabilir? Başörtülü birisi Türkiye’yi nasıl temsil edebilir?’ itirazları tam da bunu anlatır; yönetim, belli bir yaşam biçimine geçmiş yurttaşların hakkıdır. Bu şekilde geleneksel veya muhafazakâr kesimleri yönetimden/iktidar merkezinden dışlamanın aracı olarak kullanıldı Batılılaşma.

Fakat bu hikâye artık bir şey anlatmıyor, bitti. Biteli de neredeyse tam on yıl oluyor. 1999’da AB süreci Batılılaşmayı ‘kültürel bir dönüşüm ve denetim’ projesi olmaktan çıkardı; tam da tersine ona, devlet-toplum ilişkilerini demokratikleştirici, toplumun devleti denetlemesine imkân veren ‘siyasal’ bir içerik kazandırdı. Laikçi-Kemalistlerin de Batı rüyası bitti.

Eskinin Batıcıları Kemalistler bugünün en sert AB düşmanlarına dönüşüverdiler. Sebebi basitti; Türkiye’nin bu süreçte ilerlemesi, kurdukları bürokratik oligarşik düzene son verecekti çünkü. Korktular ve içe kapanmaya yöneldiler.

Muhafazakâr kesimler ise tam da bu işlevi nedeniyle AB’ye evet demeye başladılar. Muhafazakâr ‘çevre hareketi’nin AB talebi, aslında bürokratik oligarşiye karşı daha fazla demokrasi arayışından başka bir şey değil. Kemalist-ulusalcı seçkinlerin toplumsal, siyasal ve hatta ekonomik denetiminden bir kaçış imkânı AB süreci...

Gözden kaçmadı bu yeni ‘pozisyonlar’. Batılılar Türkiye’de değişime, AB üyeliğine, daha ileri demokrasiye direnen kesimlerin geleneksel/muhafazakâr toplum kesimleri değil, aksine ‘eski müttefikleri’ olduğunu gördüler. Ve laikçi Kemalistlerle Batı arasındaki ‘tarihsel blok’ böylece çöktü. Batı, Türkiye’nin ‘yeni ilericiler’inin demokratlaşan muhafazakârlar olduğunun farkında. Bu nedenle de tarafsız değiller. Muhafazakâr ‘çevre’ ile Batı arasındaki bu yeni ilişki biçimi ‘tarihî bir kırılma’ya işaret ediyor; modern İslami kimliğin ‘Batı karşıtlığı’ üzerine kurulması gerekmediğine, İslam’la Batı’nın ‘büyük barış’ına...

Zaman, 9 Mayıs 2008

İhsan DAĞI

10.05.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

Başlıklar

  Restorasyon planının hedefi yine halk

  Ben o rüyadan uyandım, yoksa siz hâlâ uyuyor musunuz?

  Batı, Kemalizm ve muhafazakâr ‘çevre’

  Despotluk ve bezginlik…

  Patinaj ve bıkkınlık