Malum son yıllarda siyasete yönelik “siyaset dışı müdahaleler” iyice şekil değiştirdi...
Tek vuruşluk, ani etkide bulunan, parlamentonun ve siyasi partilerin kapanması gibi kopuşları beraberinde getiren “kaba yöntem”ler günümüz koşullarında, globalleşme ve açık toplum ortamında uygulanmaz hale geldiler…
Ama kimileri için müdahale ihtiyacı devam ettikçe, yani vesayet düzeninin özü aynı kaldıkça, atarekil devletçi anlayış çağın ve toplumun dinamikleri ile çatıştıkça, söz konusu müdahaleler yeni yöntemlerle yapılır hale geldi…
Yeni müdahale yöntemleri daha “içeri”den ve daha “ince”…
Onları “süreçler” olarak adlandırmamız boşuna değil.
Zira uzun dönemler, toplumun düzenli seferberliği ve sistemin yasal araçları üzerine oturuyorlar…
İlk süreç malum 28 Şubat’tı…
28 Şubat anayasal bir kurum üzerinden, Milli Güvenlik Kurulu üzerinden hayata geçirilmişti…
MGK’da alınan hükümete muhtıra anlamına gelen ve icraya dönük kararlar, bu kararların MGK Genel Sekreterliği tarafından izlenmesi, Başbakanlık Kriz Masası Yönetmeliği’nin çıkmasıyla yasal bir fişleme teşkilatı haline gelen Batı Çalışma Grubu, üniversitelerin seçilmiş rektörler üzerinden garnizonlara çevrilmesi 28 Şubat sürecinin temel unsurları olmuştu.
Bu koşullarda başta Cumhurbaşkanı Demirel olmak üzere pekçok parti lideri, akademisyen, gazeteci, merkez medyanın da katkısıyla, “askeri müdahale” sözcüğüne şiddetle itiraz etmiş; bu süreci, MGK’ya işaret ederek, anayasal bir kurum çerçevesinde sistemin iç tedbirlerini alması, “ortak bir devlet refleksi” olarak tanımlamışlardı.
Bugün de benzer bir sürecin tam ortasındayız…
Bu kez hareket geçen yüksek yargı…
Hedefler aynı:
1. Siyasi iktidarın kadrolarını dağıtmak, bu siyasi anlayışı mümkün olduğu kadar siyaset arenasından uzak tutmak, bu çerçevede demokratik hamlelerle gelen kimi özgürlük kazanımlarını geri almak…
2. Bunu sistemin yasal bir aracı üzerinden ve uzun vadeye yayarak yapmak…
Mesele ciddi…
Zira böyle oldukça müdahale süreci bir yandan doğal olarak kendini yasallığa referansla meşru ilan etmeye çalışıyor.
Öte yandan hem bu referans üzerinden hem de uzun vadeli niteliğinden ötürü ve ekonomik ya da uluslararası dengeleri ürkütmediği oranda, ne yazık ki yol üzerinde doğallaşma imkanı taşıyor...
Bu tür süreçlerin veri olarak kabul edilmesi, süreci durdurmak yerine, sonunda ortaya çıkacak güç dengelerine göre hesapların yapılması onların sıradanlaşması anlamına gelir.
Bu tür sıradanlaşmalar ülke demokrasisi üzerine kalıcı etkiler bırakırlar.
Müdahale demokratik sistemin araçlarıyla yapıldığı oranda demokrasi militerleşir ve militanlaşır.
Müdahale doğal görüldüğü oranda toplum kutuplaşır ve militerleşme eğilimi gösterir.
28 Şubat’ın ülke üzerindeki bu tür etkilerini henüz atamamışken bir yenisiyle karşı karşıya kalmak gerçekten acıklıdır.
Meşrulaşma arayışı daha şimdiden harekete geçmiş durumda…
Örneğin 2007 İlkbahar’ının Deniz Kuvvetleri Komutanı iki askeri yargıcı yanına çağırıp, “367’yi çıkarın yoksa biz devreye gireriz” dediğini reddediyor. “Böyle şöyle olur mu, biz yargıya ve demokrasiye saygıyılız” diyebiliyor.
Ve sanki bu ülkede 27 Nisan Muhtırası hiç verilmemiş, bu muhtıra siyasal sistemi bloke etmemiş gibi…
Hiç bir şey olmamış gibi bu açıklamalar ciddiye alınıyor, tartışılıyor, askerin yargıyı etkileme iddiası bir komplo olarak ele alınıyor kimileri tarafından…
Meşrulaştırma işte budur…
Bu basın ve toplum üzerinden gerçekleşmektedir…
Acıklı olan da işte budur…
Yeni Şafak, 22.4.2008
|